11 Mart 2014 Salı

Ordo Ab Chaos- Kaos’tan doğan düzen

Uzun bir aradan sonra tekrardan selamun aleyküm pezevenkler. İçimden geldi bugün yazı yazmak, birazda gündemi değerlendirmek. Değerlendirmek dediysem öyle çok bir şey beklemeyin hele hele saçma sapan gazeteci yorumları asla. Hayat zor be müptezel gerçekten çok zor. Hiç birşey yapmıyormuş gibi görünse de insan, yoruluyor yinede. Zamanın geçtiğini bilmek, onu hissetmek aciz kılıyor insanı ve bu sebeptendir ki sevdiklerini yanında görmek istiyor insan. Elinde büyüdüğü babasını, annesini veya dedesini her neyse işte onu şimdi yaşlı ve yatağa bağımlı görmek yerle bir ediyor insanı. Mantıklı düşünmeye çalışsakta ‘Eee işte zaman geçiyor, yaşlılıkta var tabi ne olacaktı’ diye düşünsekte, bunlar lafta kalıyor çoğu zaman. Ben kendimi bildim bileli okuyorum hıammına lan oku oku nereye kadar. Ha diyeceksin ki bu zamanda okumak şart, okumaktan başka çare yok, kurtuluş yok. Tamam burda haklısın bir şey demiyorum ki zaten ben de bunun için okuyorum. E bire pezevenk diğer taraftan da şu var: okuduk, memur olduk yada her neyse işte bir yere geldik. Memleketten de ayrıldık. Sonra ne olacak? Ben sana söyleyim olacakları: tıpkı bir robot gibi sabah 8 akşam 5 çalışacaksın, ay sonu aldığın ücret için mutlu olacaksın, sonra 2-3 günlük izin alıp gitmeye çalışacaksın da bu kadar kısa bir izinde nereye gideceksen. Memlekete bayramdan bayrama gideceksin ha belki de yol uzun diye gitmeye bile üşeneceksin veya gitmeyeceksin. Hadi gittin diyelim vardığında diyeceksin ki ‘aaa o amca ne zaman öldü ya? Veya sen ne kadar büyümüşsün lan dümbük? Hüseyin dayı da nasıl yaşlanmış öyle, saçları bembeyaz olmuş.’ Diyeceksin. İşte ben bu zamanlar böyle demek istemiyorum. Sevdiklerim, değer verdiklerim yaşlanırken onların yanında olmak istiyorum. Yaşadıkları her dakikaya şahit olmak istiyorum. Siktiri boktan bir yerden geldikten sonra ‘aaa sana ne olmus böyle’ gibi garip ve dandik argümanlar kullanmak istemiyorum. Dünyaya bir kere geliyor lan insan. Sevdiklerinin yanında olmadıktan sonra yemişim parayı da işi de. Çünkü hayat sandığımızdan çok daha kısa ve acımasız. Belki de yanlış düşünüyorum ama öyle. Bu aralar duygusala bağladım. Yaşadığım ortam ve başıma gelenler bu duruma sevketti beni. Sikko reyizin de dediği gibi ‘tası tarağı toplayıp, köye mi yerleşsek hacı’.


Ne diyordu Camus bey hani şu Albert olan ‘Bir ülkeyi tanımak istiyorsanız, o ülkede insanların nasıl öldüğüne bakın' Camus emminin bu lafından sonra şimdi bir de şu laflara bakın ‘...En sonunda bu ikilem yine bildiğimiz yollarla, Ordo Ab Chaos ile çözüldü. Yani önce kaos, sonra düzen. Provokatörlerimiz aracılığıyla sağ ve sol ideoloji kavgaları başlatıldı. Aslında başında onay vermiş gibi göründüğümüz Kıbrıs Savaşı’ndan sonra ülkeye uygulanan ambargo sayesinde halk canından bezmiş, ülkede yağ ve tuz bile bulunamaz olmuştu. Karaborsacılar zenginleşirken halk iyice sefalete düşmüştü. Ülkeye gönderilen provokatörlerimiz için bu halkı kışkırtmak hiç zor olmadı. Ülke halkı sağcı ve solcu olarak iyiye bölündü ve çatışmaya başladılar. Olaylar öyle bir dereceye geldi ki, hergün elli-altmış kişi sokak çatışmalarında ölmeye başlamıştı. Bütün ülke terör korkusu altında eziliyordu. İnsanlar akşamları sokağa çıkamaz olmuştu. Her an bir serseri kurşuna hedef olmak vardı. Binlerce Türk genci uydurma ideolojiler uğruna can vermişti. Hükümetler birbiri arkasına iktidara geliyor fakat olayları önleyemiyorlardı. Sonra darbe geldi ve bütün olaylar bıçak gibi kesiliverdi. Zavallı ülke halkı bu sözde başarıyı darbenin bir neticesi olarak gördüler. Çünkü nihayet terörizm sona ermiş, ülkeye huzur gelmişti. Aslında provokatörlerin görevi bitmiş, sahneden çekilmişlerdi. Burada oynanan oyun, halkı umutsuz ve çaresiz bir duruma düşürmek ve onlara bir “kurtarıcı” sunmaktır; ondan sonra bu kurtarıcı ne yaparsan yapsın hemen kabullenecektir.’ Yahudi bankacı iş adamı David Rockefeller.

Bu halen bu şekilde devam etmektedir. Kanıtı da daha dün 14 yaşında hayatını kaybeden Berkin Elvan’dır. O çocuğa isabet eden gaz bombasını polisin bilerek ve isteyerek attığını düşünmek bile istemiyorum. Ama iş oraya gelene kadar yapılan çok hata var. Şimdi bazı parti liderlerinin yaptığı yapmacık açıklamalara inanmıyorum ben. Zîra bu ölümden bile nemalanmaya çalışan bir kesim var ortada. Üstelik ortalığı karıştıranlar ve bu ölümden faydalanmaya çalışanlar aynı insanlar ama bunu görecek göz ve idrak edecek akıl olmalı bazılarında. Ben o partidir veya bu partidir savunması yapmıyorum. Olacakları söyleyim mi: Mevcut başbakanın süresi doldu artık yani kredisi bitti. Arkasında ki destek te gitti. ABD eskisi gibi durmuyor arkasında. Gülen grubuyla da hal ortada ee ne olduda bir anda böyle oldu. Önceki yazılarımızdan birinde ‘kişisel çıkarlar, devlet çıkarlarından üstün geliyor maalesef’ diye bir söylemde bulunmustuk. Aynen öyle işte. Ben artık Fetullah Gülen cemaati diye adlandırılan gruba cemaat demek istemiyorum çünkü öyle değiller. Bu grubun vergiden kaçırdıkları para, yolsuzluğa karışan paradan kat kat daha fazladır kalıbımı basarım.  Her neyse. Vadesi dolan, Fetullah Gülenle arası bozulan Tayyip gidecek, yerine yeniden söz dinleyen, emirlere itaat eden ve yine kullanılmak üzere birisi başa getirilecek ve işi bittikten sonra, yani vadesi dolduktan sonra Tayyip’e oynanan oyun ona oynanacak. Çünkü Tarih, hep bu şekilde tekerrür etmiştir. Hayırlısı olsun ne diyelim.

Son günlerde okuduğum kitaplarda, araştırdığım internet sitelerinde içimi acıtan bir şey farkettim. Zaten ortada olan bir şey ama insan farkında olunca daha kötü oluyor. Geçmişe baktığımızda ülke için, vatan için bir taşı taş üstüne koymuş. Yolda olan bir taşı kenara atmış olan, yani bu vatana faydası olmuş kişilerin hepsi acımasızca öldürülmüştür. Kimisi açık açık öldürülmüş, kimisi kaza süs verilip. Örneğin: Hiram Abas, Turgut Özal, Adnan Menderes, Eşref Bitlis, Uğur Mumcu, Necip Hablemitoğlu, Özdemir Sabancı Gaffar Okkan. Bunların hepsi de bir şekilde vatana faydası olmuş isimlerdir. Şimdi bazıları Adnan Menderes’in ne faydası oldu falan diye saçma sapan laflar edecek ama İnönü dönemiyle mukayese ettiklerinde ve sayısal verilere baktıklarında sonucu göreceklerdir. Bu insanlar bu şekilde hayattan kopmuş gitmişler ve hepsi de ‘Türkiye nasıl bir adım da olsa ileri gider?’ diye düşünerek ve bu yolda çalışarak son nefeslerini vermişler. Peki ya biz, biz ne yapıyoruz lan amınakoyim. Kusura bakmayında bizden bir cacık olmaz. Neden mi olmaz? Gelin anlatayım.

Ülkemize şöyle bir göz atalım. Sağ-sol düşünceleri halen devam etmekte ve birinin dediği doğru bile olsa diğeri hemen karşı çıkmakta. Pkk sorunu ve ister istemez kürt kardeşlerimizin de rahatsız olduğu en büyük sorun. Eğer bir ülkede tek bir hedef yoksa, her kafadan bir ses çıkarsa, sağcı-solcu farklı şeyler söyler, farklı işler yaparsa, elin adamı da gelip böyle birbirine düşürür seni! Biz ki osmanlı çatısı altında yıllarca birlikte yaşamış insanların torunlarıyız. Bu şekilde 7 düvel’e hükmetmiş osmanlı torunlarıyız. Onca yıl aramızda sorun çıkmadı da sonradan sonraya ne oldu bize? Birbirimize kimler düşman etti bizi? Tarih tekerrür ediyor ulan tekerrür ediyor. Açın gözlerinizi. Bakın ne diyor Rockefeller emmi ‘Bu Türkler aslında birleşip bir araya gelseler karşılarında hiçbir güç duramaz. Bu yüzden böyle bir olasılığa karşı, ajanlarımız her an tetikte bekliyorlar. Türk devletlerinde kilit mevkilerdeki adamlarımız, aralarında en ufak bir yakınlaşma sezdiklerinde hemen istikrarı bozacak olaylar ve darbelerle bunu önlüyorlar.’ Vurdu gol olduuuuu. Yaa öyle işte bizi bölenler aynı zamanda reçetemizi de vermişler. Eee, ne duruyoruz. Ya bölünmeye, birbirimizi kırmaya devam ederiz, yada bırakırız artık sağ-sol, Kürt-Türk kavgasını bir olur yeniden şahlanırız. En azından bizim için canını veren insanları utandırmamış oluruz. Boşuna ölmemiş olurlar. Günü geldiğinde yüzlerine bakacak yüzümüz olur.

Son olarak:
‘’Yelkenler biçilecek, yelkenler dikilecek; Dağlardan çektirilen, kalyonlar çekilecek; Kerpetenlerle sûrun dişleri sökülecek! Yürü; hâlâ ne diye oyunda oynaştasın? Fâtih'in İstanbul'u fethettiği yaştasın! Sen de geçebilirsin yardan, anadan, serden. Senin de destanını okuyalım ezberden. Haberin yok gibidir taşıdığın değerden elde sensin, dilde sen; gönüldesin, baştasın; Fâtih'in İstanbul'u fethettiği yaştasın! Yüzüne çarpmak gerek zamânenin fendini! Göster: kabaran sular nasıl yıkar bendini! Küçük görme, hor görme, delikanlım kendini! Şu kırık âbideyi yükseltecek taştasın; Fâtih'in İstanbul'u fethettiği yaştasın. Bu kitaplar Fâtih'tir, Selim'dir, Süleyman'dır; Şu mihrab Sinânüddin, şu minâre Sinân'dır; Haydi, artık uyuyan destanını uyandır! Bilmem, neden gündelik işlerle telâştasın Kızım, sen de Fâtihler doğuracak yaştasın! Delikanlım! işaret aldığın gün atandan! Yürüyeceksin! Millet yürüyecek arkandan! Sana selâm getirdim Ulubatlı Hasan'dan!
Sen ki burçlara bayrak olacak kumaştasın; Fâtih'in İstanbul'u fethettiği yaştasın! Bırak, bozuk saatler yalan yanlış işlesin! Çelebiler çekilip haremlerde kışlasın! Yürü aslanım, fetih hazırlığı başlasın
Yürü, hâlâ ne diye kendinle savaştasın? Fâtih'in İstanbul'u fethettiği yaştasın!’’

Arif Nihat Asya

31 Ocak 2014 Cuma

Tonton Liderimiz Turgut Özal

Merhaba müptezeller

Hayat çok kısa lan valla ha. En yakın komşumuz olan bir abla kötü bir hastalığa yakalanmış. Kocası çalıştığı yerden gelip evin yemeğini falan yapıyormuş. Tabi bizimkilerin de canı sıkkın, onlarda kendince yardım etmeye çalışıyorlar ama işte.  4 tane çoğu varç 1’isi 1-1,5 yaşında en büyüğü de lise 2. Sınıfa gidiyor. Hayat çok boktan be dümbük. Kimin ne zaman, nerde ne durumda olacağı inan ki hiç belli değil. Çocukların bir şeyden haberi yok. Ben burdan memlekete gitmek için gün sayarken, o geçen günler ölüme bir adım daha yaklaştırıyor onu. Allah yardım etsin, Allah acil şifalar versin.

Bana deseler ki Türkiye cumhuriyeti kurulduktan sonra Atatürk dışında başa gelen liderlerden hangisi daha zekî hangisi daha ileri görüşlü diye ben kesinlikle Turgut Özal cevabı verirdim. Hem de şak diye yapıştırırdım. Risk almayı seven ama tedbirsiz ve basiretsiz hareket etmeyi asla sevmeyen bir liderdi. Bir işi yapmadan önce, bir uygulamayı hayata geçirmeden önce karşılaşabileceği sorunları önceden hesaplayabilen ve bunlara çözüm üretmeyi başarabilen bir liderdi. Hani bazı aile büyüklerimiz olur ya, 4 yaşında ki çocukla çocuk olan, 18 yaşında bir gençle genç olan ve yeri geldiğinde Anne – Babasının sorunlarını dinleyen yaşından daha olgun olan.. İşte Turgut Özal’da Türk milleti için öyle bir liderdi. Tabi herkesi tatmin etmek, herkesi mutlu etmek elbette mümkün değil bundan dolayı Özal’ı sevmeyenler de var. Neymiş ABD yalakasıymış. Ulan koduğumun andavalı zamanında yapılan hataların bedeli ve sonucudur onlar. Şöyle bir örnek vereyim: Adnan polat GS başkanlığından gönderilmeden önce D- Smart ile GSTV nin yayın hakları konusunda sözleşme imzalamıştı. Sonra Adnan Polat’ın yerine başkanlığa seçilen Ünal Aysal, her ne kadar bu sözleşmeyi iptal etmek istese de başaramadı. Çünkü bunun bedeli vardı. İmzaladığın sözleşme seni oraya bağladı ve geçerlilik süresi bitmeden de ordan bağını çözmen veya koparman olanaksızdı. Bu da onun gibi bir şeydi. Ama gel gör ki bazı sıçmıklar bunun böyle olduğunu bile bile hâlâ bok atmaya devam ediyorlar. Her şeyin farkındalar bakın, biliyorlar durumu ama gene de bildiği yoldan ayrılmıyorlar. Umarım mesajı almışsınızdır. Türkiye'de enerji, telekomünikasyon, ekonomi politikaları, dış ticaret gibi çeşitli alanlarda önemli gelişme ve ilerlemelerin önünü açmıştı. Bugün Türkiye’de seracılık bu noktaya geldiyse, Türkiye kivi üretiyorsa, bunun arkasında Özal döneminde tohum ithalatının serbest bırakılması yok mudur? Ayrıca, en ücra köylerde bile otomatik telefon sayesinde dünyanın her yeriyle haberleşme imkânı sağlanmıştır. Köylerin telefona kavuşturulmasına büyük hız verilmiştir. Türkiye’de telefonu bulunan köy sayısı 1975 yılında 3.427 iken 1989′da 37.664′e çıkmıştır. Bu örnekleri numune olarak verdim tabi ki hepsi bu kadar değil. O yaşlı ve tonton görüntüsünün altında cıvıl cıvıl bir çocuk gibiydi adeta. Enerjisini hiç kaybetmeyen, yaşama sevinciyle dolu bir liderimizdi. 
Halkın içinde ki insanlardan hiçbir farkı yoktu. Halktan biriydi, o, halkın ta kendisiydi.


                                                                                                                                                   











Özal, eski köye yeni adet getirmekten korkmayan, ama eski adetleride çöpe atmayan bir liderdi. Bunu şu sözlerinden çok açık bir şekilde anlayabiliyoruz. ‘’ Devletin kuruluşu ve işleyişinde, iktisadi hayatın düzgün çalışmasında bizden ileri olan milletlerin tecrübe ve bilgilerinden istifade etmek önemli bir husustur. Bununla beraber, kendi tarihi tecrübelerimiz, örf ve adetlerimiz, sosyal bünyemiz, iktisadi yapımız dikkatle gözden geçirilerek, basit bir kopyacılıktan ve taklitçilikten muhakkak uzak kalarak, bu aktarma iyi bir adaptasyon şeklinde yapılmalıdır. Bu şekilde bir düşünce tarzı, birçok hallerde, modern teknolojinin transferinde dahi geçerlidir.’’ Aynı zamanda Türk milletinin nerden geldiğini, nereye gittiğini, ne gibi dönemlerden geçtiğini yani kısaca Tarih bilgisi mükemmel olan bir liderdi ilerleyen bölümlerde bunları kanıtlar nitelikte bilgiler vereceğim.

Yazımızın başında da belirttiğimiz gibi gerçekten de çok zekî bir insandı Özal. Peki nasıl bir zekîlikti bu hemen bir örnek vereyim. ‘’ 1985 yılında Turgut Özalla beraber ABD’yi ziyaret eden grupta ben de başbakanlık müsteşarı olarak bulunuyordum. Dışişleri bakanı da Vahit Halefoğlu’ydu. Beyaz saray’da, sabah saat 9’da başlayan ve öğlene kadar devam eden yoğun bir müzakere oldu. Bu müzakereler esnasında başkan Reagan’ın  bütün uzmanları hazırdı. Bizim argümanlarımızı, özellikle Özal’ın bir çok konuda onların ilgisini çekmek için söylediklerini çok da dikkatli dinlemediler. Sonunda özal bana döndü ve Türkçe olarak ‘Galiba gene klasik metoda başvuracağız’ diye mırıldandı. Müzakere heyetine bakıp ‘bizim sovyetler Birliği’ne kaç km. Sınırımız olduğunu biliyor musunuz?’ dedi. O ana kadar uyuklayan herkes gözlerini açtı. Dikkatle Özal’ı dinlemeye başladılar.’’ (Kürtçülük ve Ayrılıkçı Terör- Hasan celâl güzel) işte böyle zekî bir insandı Özal. Nerde ne yapacağını, kime nasıl davranacağını çok iyi bilen biriydi. Hani dedik ya Tarih bilgisi mükemmeldi diye. İşte bu sadece lafta kalmamıştı o zaman ve 1990 lı yıllarda çok ciddi adımlar atmıştı Özal. Peki neydi bu ciddi adımlar? Gelin onlara bir göz atalım. Önce sizlere yine Hasan Celâl Güzel’in bu atılan adımlara sebep olan asıl görüşlerinden birini buraya yazayım. Lütfen dikkatle okuyun burayı!!
       ‘’...Benim mazimde 700 senelik bir osmanlı var. Benim mazimde koskoca bir selçuklu imparatorluğu var. Bunları sadece kavmiyet esasında değerlendirip, ‘kavmiyet asabiyeti’ ile izah etmek yanlıştır. Benim ecdadım bin sene İslâm’ın bayraktarlığını yapmıştır. Bununla elbette övünürüz biz. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı herkesin, etnik aslı ne olursa olsun, bunu hissetmesi, bu heyecanı duyması lazım. Bugün bir amerikan çocuğu nasıl kendini dünyanın süper gücünün bir mensubu olarak biliyor, heyecanlanıyor, gururlanıyor ve iftihar ediyorsa; daha düne kadar dünyanın en büyük hâkimi olan bir milletin mensubu olarak ben de, bu hayaller içinde büyüdüm.’’ Eller ay’a biz yaya’’ diye, o klasik sefil marksizmin bir takım aşağılık tekerlemeleri beni hiç etkilemedi. Bu, asla bir halüsinasyon olmamıştır. Gerçekçidir. Biz, bugün fakir olabiliriz. Birçok konuda yaralanmış olabiliriz. Ama öyle bir çınarız ki, mazimiz çok derinlere gidiyor. Büyük bir kültürün, büyük bir milletin, büyük bir medeniyetin varisleriyiz bizler. İşte Turgut bey bunu hissediyordu. Bu çok önemli bir şey. Bunu hissettiği için de, iktidara geldiği zaman bu tarih görüşüyle birlikte hep yeni ufuklar arayışı içindeydi... Son zamanda yaptığı gezilerde de bunu görürsünüz. Ortadoğu’yu da bir osmanlı memaliki olarak düşünüyordu. Kafasında bir ‘’Osmanlı Milletler Topluluğu’’ vardı.  ‘’Türkçe Konuşan Devletler Topluluğu’’ vardı. Bunlar çok güzel hayallerdi. Ve imkansız hayaller değildi. Bu hayallerin hiç biri, kendisine sömürge alanı arayan nazi Almanyası’nın hayalleri gibi olmamıştır. Yani kendisini yeni topraklar isteyen bir Türkiye hayali değildi. Nüfuzunu ve gücünü arttırmak isteyen bir Türkiye hayaliydi... Turgut Bey, osmanlı memalikinde ki devletleri mümkün mertebe korumayı, siyasi himaye altında olmasa da, onlara yardım etmeyi öngörmüştür. Biz bir ara Afrika’daki bazı ülkelere karşılıksız yardımlar yaptık. Somali’ye, Sudan’a ve daha bir çok ülkeye.’’

İşte bu sebep tendir ki bazı yazarlar ‘yeni Osmanlıcılık’ diye bir görüş ortaya attılar. Zîra Özal bunu Kuzey Irak konusunda da kullanmayı düşündü. Bir yanda İnönü’nün ‘Türkiye dışında Türk yoktur’ gaf’ı ve diğer yanda Özal’ın bu felsefesi.. Keşke fırsat verilseydi. Keşke önü kesilmeseydi. Ama izin vermediler. Aynı dertten muzdarip olan bir diğer değerli ve önü kesilip, öldürülen (Ben öldürüldüğüne inanıyorum hala inanmayan varsa gitsin atsın kendini bir yerden) Muhsin Yazıcıoğlu..

Bakın ne diyor Muhsin Yazıcıoğlu: "Nasıl ki Avrupa Birliği, ABD birlik olmuşlarsa biz de üst birlikler kuralım"
‘’ Hâlbuki AB ile ikili münasebetlerimizi geliştirmemiz, sosyal, kültürel ve siyasi ilişkilerimizi iki ülke arasındaki ilişkiler halinde sürdürmemizin daha yararlı olduğunu düşünüyorum. Bizim kızıl elmamız AB değil, Türk- İslam birliğidir. Bizim medeniyet kutlarımız, Türk-İslam birliği medeniyet kutlarına uygundur. Tarihimiz, geleneklerimiz, göreneklerimiz böyledir.’’ (Muhsin Yazıcıoğlu)

İki merhum lider arasında ki ortak yönlerden birisi sadece bu değil. İki liderde ‘Kürt Sorunu’ demenin, Kürt kardeşlerimize hakaret olduğunu söylüyor. Bu konuya başka bir yazımızda değineceğiz. İki lider’in de önü kesiliyor ve ikisi de öldürülüyor. Neden öldürüldü? Kimler tarafından öldürüldü? Bunlar hâlâ muallakta olan konular. Zîra hâl böyleyken ne desek havada kalır. Ama gelin dönemin sağlık bakanı Halil Şıvgın’ın söylediklerine kulak verelim.: Bunun bir askeri, bir de sivil tarafı vardı. Askeri tarafında Eşref Bitlis, sivil tarafında ise Adnan Kahveci inanılmaz bir şekilde şüpheli şekilde öldü. Bunların arkasında da Uğur Mumcu terörle mücadele kapsamında eline geçirdiği bir belgeyi yayınlama safhasındayken o da ortadan kaldırıldı. Bunun arkasından da Turgut Özal’ın ölümü gerçekleşti.

Uluslararası bazı çevreler içeride ve dışarıda işbirliği yaparak Türkiye'nin terör konusunu çözmesini istemiyorlar diye düşünerek bunun üzerine yoğunlaştım. Bu yoğunlaşma beni basit ihmallerden öte bir kasta doğru götürmeye başladı. Bu raporda Sayın Cumhurbaşkanının görev yaptığı o esnada kritik görevlerdeki kişilerin yerlerinde olmadığını öğreniyor. Bunların sorgulanması gerekiyorsa yargılanması gerekmez miydi? Kim yapacaktı? Kendisinden sonra cumhurbaşkanı olan Süleyman Demirel’in bunu yapması lazımdı. Yapmadı. Sayın Necdet Sezer’in yapması lazımdı. O da yapmadı. Özal çizgisinde hareket ettikleri için Sayın Abdullah Gül bu görevi Devlet Denetleme’ye verdi. Bu rapor karşımıza çıktı. Turgut Özal, uluslararası konjonktürde o zaman çok önemli hamleler yaptı, Türkiye ekonomisi güçlü olmaya başladı. Sovyetler Birliği’nin dağılması ile ortaya büyük bir Türk devletleri topluluğu çıktı. Bizim bunlarla ilişkilerimiz vardı, Turgut Özal en son ziyaretini buralara yaptı. Özal’ın Türkiye'yi büyütme ve terörü önleme projesi yarım kaldı. Özal’ın ölümünden sonra Türkiye çok büyük bir ekonomik krize girdi. -9’la devretti Ak Parti’ye hükümet o zaman ikinci dünya savaşında bile görmediğimiz bir şeydi. Demek ki Türkiye'ye çok büyük komplo kurulmuş ve Özal da bunun kurbanı olmuş."

Özal, PKK ve Kürt kardeşlerimizle ayrıca ilgilenmiş. Ayrı muameleler yapmış bir liderimizdi. Şöyle ki;... Kürt tabana şirin görünmek için zaman zaman bazı şeyler söylerdi. ‘’Ben de güneydoğuluyum’’ derdi. ‘’Benim teyzem Kürtçe konuşur’’ derdi. Halbuki Özal Ailesinin Kürt etnisitesiyle hiçbir alakası yoktur. Teyzem dediği, evin evlatlığıydı ve Kürt asıllıydı. Babası Türkmen olmasına rağmen. Popülist bir politikacıydı.’’ (Hasan Celâl Güzel) Özal Kürt halkının gönlünde yer edebilmek için bu gibi yollar denerdi. Kürt halkını sever, onları sayardı. Ama aynı derecede PKK ya karşı da çok acımasızdı. Asla ve asla taviz vermezdi. Onlara karşı hep. Kısasa kısas olmuştur. Özal’ın en çok eleştirildiği noktalardan birisi de Talabani- Barzâni ikilisiyle olan münasebetidir. Zîra, düştüğü en büyük hata onlara kırmızı pasaport vermesidir. Bakın Turgut Özal’ın asıl niyeti şudur bana kalırsa: PKK’yı orda yok etmek için yalnız bırakmak gerekliydi. Bu da o dönem Talabani- Barzani ikilisini bizden yana çevirip, onları avucumuza almaktan geçiyordu. Biz bunu yapabilseydik PKK orda yalnız kalacaktı. Yani bir nevi taktik uygulamıştı. Ama ters tepti. Yani Özal Talabani- Barzani ikilisini PKK ya karşı kullanmaya çalıştı. Bir süre bunu başardı. Ama hesap edemediği bir şey vardı. Çünkü bu üçlü ilk fırsatta birbirlerini koruyabilecek pezevenklerdi. O dönem bu konu dahilinde aşırıya kaçıldı ve o ikiliye mühimmat, silah ve teçhizat yardımı yapıldı. Zaman geçtikçe yakalanan ve öldürülen PKK’lı Teröristlerin ayağında TSK ya ait postallar çıkmaya başladı. Kırmızı pasaport verilmesi aşırıya kaçan bir davranıştır. Zîra şu an bile bu konu sık sık gündeme getirilmektedir. Özal’ı bu yüzden tamamiyle Kürtçü diye adlandırmak son derece yanlış olur. 12 Eylülden sonra anarşinin azalması 12 Eylül yönetiminin başarısı değildir. Sovyetler birliğinin çökmesidir. Soğuk savaşın sona ermesidir. Yine aynı kitaptan mükemmel bir yorumla bu durumu özzetlemek istiyorum: ‘’1980’den önce Türkiye’de, Kürtçü hareketlerin bir ağırlığı yoktu. 1980’den sonra 12 Eylül’de buna müsaade etmemiştir. Ancak, cumhuriyetin ilk döneminde ki baskıları Kürtler nasıl kendi üstlerine almışlarsa; 12 Eylül’den sonra bütün ülke çapında uygulanan baskı politikasını da sadece kendilerine has kabul ettiler ve Kürtçüler, 12 Eylül’ü tabanlarına böyle anlattılar. Halbuki her tarafta sıkı yönetim var, her tarafta zulüm var, istibdat var, dikdatörlük var. Sadece doğu ve güneydoğuda değil, sadece belli bir etnik gruba da değil, herkese bu baskı uygulanıyordu...’’ (Kürtçülük ve Ayrılıkçı Terör- Hasan Celâl Güzel) Bugün bile bazıları sadece işine gelen yeri cımbızla çekip alıyor ya bunlar o dönemde varlarmış yani yine işine geldiği gibi anlatmışlar, öyle dayatmışlar. Kenan Evren’in Kürtçe konusmayı da yasaklaması tuzu biberi olmuştur adeta. 12 Eylül yazımızda olacak Allah izin verip, önümüz kesilmesse ahahaha.

Böyle işte müptezel pezevenk. Niyetin ne kadar iyi de olsa, yaptığın bir hata bütün doğruları ve olumlu icraatleri götürebiliyor. Öyle herkese de yaranamıyorsun maalesef. Zaten bizim ülkemizde iki tane iktidar var. Bu, cumhuriyetimizin ilk zamanlarından beri böyledir. 1- Halk desteğiyle başa gelen iktidar. 2- Derin iktidar. 2. İktidar bir şeyi istemiyorsa, karşı çıkıyorsa 1. İktidar ne kadar istese de başaramıyor, olmuyor. Olsa da, Turgut Özal gibi, Muhsin Yazıcıoğlu gibi hayatlarına kalleşçe son veriliyor. Bu topraklar değerlidir be pezevenk. Bu oynanan oyun hiç sona ermeyecek mi? Bazı şeylerin sonu gelmedi mi artık? Bence geldide geçiyor bile..

Hadi selametle. Hayat kısa, hayırlı yaşa huzurlu git.


21 Ocak 2014 Salı

Kurtarılmış Ülkenin BATIrılış Hikayesi-I

Selamun Aleyküm

Ülkemiz.. Güzel ülkemiz. Dışarı çıkın sokaktan çevirdiğiniz her hangi bir insana sorun. Size diyecektir ki 'bu vatan için canımı bile feda ederim'. Evet sorarsak herkes bu cevabı veya buna benzer bir cevap verecektir. Ki öyledir tersi düşünülemez. Bakın müptezeller. Bizim bu blog'u açma amacımız bazı şeyleri herkese duyurmaktır. Herkesin bilmesini sağlamaktır. Hiç olmazsa en azından üstümüze düşen görevi yapmaktır. Ve bizim için kesinlikle '1 kişi, 1 kişidir'. Blog'da izleyeceğimiz politikada budur. 1 kişiye bile vesile olsak ne mutlu bize. İlk yazımızda yazdığımız Ahmet Kaya yazımızla olumlu-olumsuz tepki aldık. Ki, taraf olmadan yazdığımız bir yazıydı.

Bu yazacağımız yazıda da aynı şekilde taraf olmadan sizlerin önüne sunacağımız bilgi ve belgelerle birlikte karar vereceğiz, vermeye çalışacağız.

Şimdi bakın, balık baştan kokar mantığını bizim ülkemize uyarladığımız zaman bazı şeyler daha iyi gün yüzüne çıkacaktır. Örneğin, bugüne kadar başa gelen liderlerimiz hep birilerininn maşası olmakla suçlandı, onların piyonu olmakla suçlandı. Peki, 1 değil 2 değil neden hepsi bu şekilde itham edildi. Tamamen kendi yorumum olan, gözlemlediğim bir şeyi sizlere söylemek istiyorum. Eğer benden farklı düşünüyorsanız ona da saygı duyarım. Hani dedik ya balık baştan kokar tezini bizim ülkemize uyarlayalım diye. İşte bize zamanında dayatılan anlaşmalarla biz hep dışarı bağımlı bir hale getirildik. Bağımsız bir devletiz diyoruz buna Eyvallah fakat boyunduruk altında olan bir bağımsız devletiz(!) buna modern kölelik de diyebiliriz. İşte bu yüzden, sırf o zamanında yapılan yanlışlar yüzünden, anlaşmalar yüzünden bu hale düştük. Biz de bu konuyu biraz irdelemek amacıyla İsmet inönü gibi Adnan Menderes gibi Turgut Özal gibi başa gelen, ve Türkiye Cumhuriyetinin belli bir zamanına yön vermiş kişileri araştırmaya karar verdik. Doğruları, yanlışları, düştükleri ve düşürüldükleri hataları, istemeden de olsa verilen zararları sizlere sunacağız ve yorumu size bırakacağız. Konuya başlamadan önce şunu da söylemek istiyorum. Lütfen siz de en az bizim kadar tarafsız bakarak okuyun ve öyle değerlendirin bu konuyu art niyetli olmaya gerek yok. Son olarak, ben kimseye öğüt verecek biri değilim inanın bana ama tavsiye verebilirim sizlere. Bir olayı değerlendirirken lütfen o zamanın şartlarını da göz önünde bulundurun. Çünkü bizlerin gördüğü gibi basit değildir hiçbir şey. Bir değil birden fazla bakış açınız olsun.  Konumuza geçelim artık. Bismillahirrahmanirrahim..

'MİLLİ ŞEF' İsmet İnönü

Son dönemlerde gündeme gelen konulardan birisi İsmet İnönü'nün ermeni olup olmamasıdır. Gerçi bu konu artık temcit pilavı gibi ısıtılıp ısıtılıp önümüze koyuluyor ya neyse. İlk yazımızda olduğu gibi kimseyi ideolojisinden, görüş ve fikirlerinden dolayı eleştirmemek lazım. Ermeni olup olmaması onun elinde olan bir şey değildir. Doğuştan kazanılmış bir şeydir. Mesela, sen. Eğer Annen-Baban yahudi olsaydı. Otomatikmen sen de yahudi olarak dünyaya gelecektin. Eğer Annen-Baban hristiyan olsaydı sen de hristiyan biri olarak dünyaya gelecektin. O da bunun gibi bir şeydir işte.
Atatürk'ün ölümünden sonra İsmet İnönü anlaşılması zor kararlar verdi. Zîra Atatürk, İsmet inönüye küs bir şekilde öldü diyenlerde yok değil. Hani dedim ya anlaşılması zor kararlar verdi diye. Sen anlıyor musun bilmiyorum ama ben Atatürk'ün heykelini neden sattığını pek anlamıyorum. Tamam savaş sonrası bitkin olabilirz, mali yünden zayıf olabiliriz ama ülke'yi bu heykel mi kurtaracaktı? Bu kadar mı zayıftık anlamakta güçlük çekiyorum.















İsmet paşa savaştan sonra ilginç bir şekilde batıya yönelmiştir. Batıya yönelmenin, onların güzel ve faydalı icraatlerini örnek almanın zararı yoktur. Ama fazlası zarardır. Biz osmanlıdan kalan değerlere ne yazık ki sahip çıkamadık. Bu utanılacak bir durumdur ve açıkçası rezalettir. Başka medeniyetler bir başka medeniyetlerin kültüründe ki güzellikleri kendi kültürüyle özdeşleştirir. Dediğim gibi bu normaldir ve güzeldir. Ama biz ne yaptık. Bu cumhuriyeti kurduğumuzda böyle davranmadık, daha doğrusu davranmadılar. Osmanlı devletinin büyük kültür mirasını reddedip batıya yöneldik. Ve açıkçası aslımızı inkar ettik. Ama son zamanlara baktığımızda yavaş yavaş osmanlı düşmanlığı yapan kişiler yok gibi. Sanki biz, yıllar sonra 700 senelik bir medeniyete sahip olmuş gibiyiz. Neyse konu dağılmasın. Şimdi sizlere 2. dünya savaşında yaşanan bir olayı anlatmak istiyorum. ''Ruslara karşı mücadele veren bir Türk topluluğu, Türkiyeye iltica etmek ister. Sınıra yakın bir yerde sıkışmışlardır, etrafları çevrilmiştir. Ya Türkiyeye gireceklerdir, ya da imha edileceklerdir. İnönü'nün cevabı ayne şudur: Türkiye dışında Türk, yoktur.!'' (Kürtçülük ve ayrılıkçı Terör- Hasan celâl güzel) Yorumu sizlere bırakıyorum. İyi düşünmek istiyorum, bildiği bir şeyler vardır diye düşünmek istiyorum lâkin bunun neresinde iyilik vardır? Neresinde kâr vardır? İnönü zamanında sınırlarımız dışında hiçbir iddiamız olmamıştır. 'Olursa başımıza iş çıkar, rusyayla kavgaya gireriz' düşüncesi hakimdir. Atatürk ölürken bile musul- kerkük yarası vardı içinde. Atatürk'ün canımız pahasına da olsa kurdurmayız dediği israil devletini tanıyan ilk müslüman ülke ismet inönülü Türkiye oldu. İsmet inönü Atatürk öldükten sonra onun değerlerine sahip çıkmamıştır. Zîra paraların üstünden Atatürk resmini kaldırıp, kendi resmini koyacak kadar ileri gitmiştir.











Gelelim zurnanın zırt dediği yere, hala başımızı ağrıtan, hala önümüze sürülen: Truman Dokrini! İnönün bu konu hakkında ki fikri ise şöyle; "Büyük Amerika Cumhuriyeti'nin memleketimiz ve milletimiz hakkında beslemekte olduğu yakın dostluk duygularının yeni bir örneğini teşkil eden bu sevinçli olayı, her Türk candan alkışlamalıdır." Peki gerçekten böyle midir? Gelin bir de içeriğine, maddelerine bakalım.

Madde 2: "Türkiye Hükümeti, yaptığımız yardımı, tahsis edilmiş bulunduğu gayeler adına kullanacaktır."

Madde 4: "Türkiye Hükümeti, Birleşik Devletler Hükümeti'nin onayı olmadan hiçbir madde ve bilginin mülkiyet ve zilliyetini devredemeyeceği gibi, aynı onay olmadan Türk Hükümetinin söylenilen gayeden başka bir gayede bu yardımı kullanmasına Birleşik Devletler Hükümeti müsaade etmeyecektir."

Bir de Johnson mektubu vardır ki meşhurdur. Kendisi şöyle diyor bize: "Türkiye ile aramızda mevcut askeri yardımın veriliş maksatlarından başka maksatlarda kullanılması için hükümetinizin Birleşik Devletler'in onayını alması gerekmektedir. Hükümetiniz bu şartı anlamış olduğunu muhtelif vesilerle Birleşik Devletler'e bildirmiştir. Mevcut şartlar altında Birleşik Amerika'nın, Türkiye'nin Kıbrıs'a yapacağı bir müdahalede Amerika tarafından sağlanmış askeri malzemenin kullanılmasına izin vermeyeceğini bütün samiyetimle bildiririm." Yani onların izni olmadan kurşun atamayız, ekmek alamayız, çay içemeyiz! Peki nerde karşımıza çıktı bu maddeler biliyor musunuz? Alın işte; 1974 yılında 2 lider  Bülent Ecevit ve Necmettin Erbakan,  EOKA darbesiyle rumlar adadaki Türkleri, bebekleri dahil katlederken adaya müdahale kararı aldılar ve kıbrıs barış harekatı başladı. Ancak yine sahneye İnönü çıkacak ve hükümeti dağıtacaktı. Eğer o zaman  İnönü sahneye çıkmasa bugün kıbrıs sorunu falan da olmayacaktı.
1984 yılında PKK Eruh baskını yapacak ve ABD "Benim iznim olmadan PKK'yı vuramazsın."  diyecekti. Peki buna kim sebep olmuştur. 'Milli Şef' İsmet İnönü.

İnönü döneminde din düşmanlığı da had safhaya ulaşmıştır. Bunu Şükrü Saraçoğlu'nun sözü ile özetlemek mümkündür.
"Din zehirdir. Türkiye'den dini tamamen atabilmek için bize 30 sene daha lazım."   (Kaynak : Meclis zabıtları - Sebilr Reşad Sayı 103, Mayıs 1951 - Mufassal Tarihçe-i Hayat)
Bu dönemde halkçılık ilkesi de pek önemsenmeyip halk adeta aşağılanıyordu. Tandoğan meydanına adını veren Nevzat Tandoğan 3 Mayıs 1944 yılında huzuruna çıkarılan Osman Yüksel Serdengeçti'ye, "Ulan öküz Anadolulu! Sizin milliyetçilikle, komünizm ile ne işiniz var? Milliyetçilik lazımsa bunu biz yaparız. Komünizm gerekirse onu da biz getiririz. Sizin iki vazifeniz var: Birincisi, çiftçilik yapıp mahsul yetiştirmek. İkincisi, askere çağırdığımızda askere gelmek."

27 Aralık 1947'de de "Fulbright Antlaşması" adı altında da eğitim sistemimizi de onların eline vermesek olmazdı değil mi? Bu gençlik, pırıl pırıl çocuklarımız daha küçük yaşlarda robot gibi ezber yapmasa olmazdı değil mi? Ben 25 yaşındayım ve 25 yıldır hep aynı şeyleri temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp önümüze sürüyorlar. Neyse. Fulbright antlaşması madde 5: "Komisyon, dördü TC vatandaşı ve dördü ABD vatandaşı olmak üzere sekiz üyeden kurulu olacaktır. Bunlara ek olarak Türkiye’deki ABD diplomatik heyetin başı, (Amerikan Büyükelçisi) komisyonun fahri başkanı olacaktır.Komisyonda oyların eşit oluşması durumunda kesin oyu misyon şefi (Amerikan büyük elçisi verecektir).'' Yani diyorlar ki ya seve seve yada öpe öpe bizim dediğimiz olacak. Komisyonun ABD vatandaşı olan dört üyesinden ikisinin elçilikteki CIA mensupları arasından seçileceğinden kuşku duymamak gerekir, böylece CIA, Milli Eğitim Bakanlığı’na rahatça sızma olanağı bulacaktı. Okul kitaplarına ve ders kitaplarına Amerikan propagandasının etkinliğini artırmak için malzeme hazırlayacaklardır.” 2014 itibariyle değişen bir şey var mıdır sizce? Bence yok. Gençlik onların elinde köreltilmektedir.

Kısacası inönü, ne din'e ne eğitime ne de halka önem vermiştir. Hakkında yazılacak, söylenecek o kadar çok şey var ki. Hangi birini yazsam bilemedim. İçin de ki ABD aşkını, batıya bağımlılığı anlatan ve bu konunda sınır tanımadığını gösteren bir resimle bu konuyu kapatıyorum.












İnternet güzel şeydir, tabi doğru kullanırsan..

'İSLAM KAHRAMANI' ADNAN MENDERES

Şimdi pezevenkler başlamadan önce şuna bir açıklık getirelim istedim. 'En kötü devlet bile, devletsizlikten iyidir.' veya 'En iyi askerî yönetim, en kötü demokrasi yönetiminden bin kat daha kötüdür.' Eğer biz demokrasiyle yönetilen bir ülkeysek bu kesinlikle bu yönde olmalıdır. Oraya çıkan nasıl ki halk desteğiyle, halkın oyları ile çıkıyorsa, aynı şekilde de inmesi gerekir. Bunun başka türlü hiçbir şekli kabul edilemez. Bize yapılan her darbe bırakın fayda görmeyi bizi en az 10 yıl geriye götürmüştür zîra. Darbe, kesinlikle ve kesinlikle kötüdür. Darde, kesinlikle tuzaktır. Darbe, gelişmeyi istememektir. Darbe, utanılacak bir durumdur ve olaydır.

İsmet inönü'den bıkan Türk milleti çok partili sistemin ilk seçiminde DP yi rekor oyla iktidara getirmiştir. İnönü'nün kendi resimlerini bastırdığı paralardan o resimleri kaldırtıyor ve tekrar Atatürk'ün resimlerini koyduruyordu. Menderes ilk iş olarak Türkçe okunan ezanı tekrar eski haline getirerek halkın sevgisini kazanmıştır. Zîra ezan, sadece Türklere özgü olan bir şey değildir. Genel olarak müslümanları kapsayan ve yine olduğu gibi arapça olarak okunması gerekmektedir. Tersi durumda ne olurdu biliyor musun? Nüfusunun çoğunluğu müslüman olan her ülke, ezan'ı kendi diline çevirirdi. Ve saçma sapan bir durum çıkardı ortaya. Ki bu sebepten dolayıdır ki ezan geneldir, olduğu gibidir. Adnan menderes'i eleştirenler veya sevmeyenler Din kisvesi altında Türk milletini sömürdüğünü söylerler. Ama yazının başında da dediğimiz gibi farklı bakış açılarından bakmaya çalışalım olaya. Mesela; 1925-1950 yılları arasında Ankara'ya hiç camiî yaptırılmadığını, bu yüzden Ankara'nın 'Mabedsiz Şehir' olarak algılanmaya başlandığını biliyor muydunuz? Menderes'in dindar bir lider olduğunu destekleyen bir başka konu ise şudur, Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı olarak dini sahada eğitim vermek üzere kurulan İmam-Hatip okullarının ve Yüksek İslam Enstitülerinin açılması da yine Adnan Menderes’in Başbakanlığı döneminde hayata geçmiştir. 13 Nisan 1949’da yapılan Aydın il kongresinde üyelerden birinin “sefaletin bulunduğu yerde hürriyet olmaz.” sözüne cevabı “Ben aksini söyleyeceğim, Hürriyetin olduğu yerde sefalet olmaz.” diyerek CHP iktidarının temel hak ve özgürlüklere getirdiği kısıtlamalara karşı çıkmıştır. Menderes dönemi halkın cebinin ilk kez para gördüğü dönemdir. Senelerce aç kalan, devlete vergi yetiştirmekten kendisine parası kalmayan milyonların cebinin para görmesiydi. Mesela elektrikti, mesela suydu, mesela yoldu, mesela fabrikaydı. Artık milletin ürettiği para etmeye, millet kazancının hayrını görmeye başlamıştı. Eskiden, devletin istediği miktardan arta kalırsa kilosu 20 kuruşa satılan buğday, kısa zamanda 45 kuruşa çıkarılmıştı. Pancar üretimi % 190, buğday üretimi % 230 artmış, pamuk, tütün, çay gibi ürünleri de % 100’lük üretim artışları sağlanmıştır. 1948’de 1.750 traktörü olan Türkiye’nin 10 yıl sonra eriştiği rakam, bunun 25 katıydı. 10 sene zarfında 21.500 köy içme suyuna kavuşmuş, köy okullarının sayısı 20.000’i bulmuş, köylerde elektrik yüzü görür olmuştu. Bütün bunlar, keyfi idari harcamaları kısan, yatırımlara ayrılan bütçe payını % 25’lere, % 30’lara çıkaran Menderes hükümetinin eseriydi. Tek parti devrinin bir iki göstermelik barajına karşılık, Menderes Türkiye’ye 42 yeni baraj hediye etmiştir.(Kaynak: Demokrat Parti’nin İktisat Politikası (1950-1954) Mehmet Abidin Kartal, İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Master Tezi, İstanbul-2000)

Menderes, Türkiye'nin kesinlikle bir ortadoğu politikası olması gerektiğine inanıyordu. Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü’den bu politikanın belirlenmesini isterse de sonuç alamadı. Bu arada Mısır büyükelçimizle görüşen ABD Dışişleri Bakanı Dulles’ın “Mısır siyasetiniz nedir?” sorusuna elçinin “Bilmiyorum” diye cevap vermesi bardağı taşıran damla oldu. Menderes tam anlamıyla yalnızdı. Dışişleri Bakanlığı’nı kendisi sürüklemek zorunda kalmıştır.

Bütün bunların yanında hataları ve yanlışları da olmuştur Adnan Menderes'in. NATO'ya girmesek ne olurdu diye düşünmek istemiyorum zîra o dönemler bize karşı çok ciddi bir tehdit vardı: SSCB! Hem o dönem SSCB'nin yapmış olduğu Atom bombası, hem de Stalin'in bize her an saldırabileceği düşüncesi bir anda NATO'yu gündemimize getirdi. Tabi bu da karşılıklı çıkarlarla meydana geldi. ABD'nin SSCB'yi gözlemlemesi için bir devlete ihtiyacı vardı; Türkiye. Ve Türkiye'ninde kendisini güvende hissedecek, stalin'den koruyacak bir birlikteliğe ihtiyacı vardı; NATO. Bizim açımızdan NATO o sıralar bu yüzden önemliydi; Birleşmiş Milletler Antlaşması’nın 51. Maddesinde öngörülen “müşterek öz savunma” (meşru müdafaa) ilkesine uygun olarak meydana getirilmiş bir askerî pakttı. NATO Antlaşması’nın herhangi bir yerinde “SSCB” ya da “komünist devletler” tabiri geçmemekle birlikte, aslında örgütün bir SSCB saldırısına karşı müttefik ülkeleri korumak üzere kurulduğu açıktı. Antlaşma’nın bugün de geçerli olan 5. Maddesine göre, NATO üyelerinden herhangi birine yapılacak bir saldırıya, diğer üyeler beraberce karşılık vereceklerdi. “Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için” yaklaşımı olarak nitelendirilen bu madde Ankara tarafından ilgiyle karşılanmış, NATO’ya üye olmanın Türkiye’yi muhtemel bir SSCB işgalinden kurtaracağına olan inanç Hükümet üyeleri arasında yaygınlaşmıştı. Bu gelişme kimilerine göre olumlu, kimilerine göre de olumsuz bir şekilde karşılandı. Bence olması gereken buydu. Zîra devlet çıkarları her şeyden üstündür.

Son olarak Kore'ye asker gönderme olayı var ki 'dün yediğimiz hurmalar, bugün götümüzü tırmalar' lafının hayata geçiş şekliydi resmen. Sırf ABD istedi diye asker gönderdik. Ve yüzlerce şehit verdik. Değdi mi peki? Tartışılır. Yine aynı konu maalesef. SSCB korkusu yüzünden ABD'nin yanında yer aldığımızı göstermek amacıyla ve dolayısıyla NATO'ya girebilmek için böyle bir şey yaptık. Karar doğru bile olsa, bakın karar %100 doğru bile olsa şu yazıyı dikkatle okuyun.

KORE'DE ÖLEN YEDEK SUBAYIMIZIN MENDERES'E SÖYLEDİKLERİ

Gözlerinizin ikisi de yerinde, Adnan Bey, iki gözünüzle bakarsınız,iki kurnaz, iki hayın, ve zeytini yağlı iki gözünüzle bakarsınız kürsüden Meclis'e,kibirli kibirli ve topraklarına çiftliklerinizin ve çek defteriniz Ellerinizin ikisi de yerinde, Adnan Bey, iki elinizle okşarsınız, iki tombul, iki ak, vıcık vıcık terli iki elinizle okşarsınız pomadalı saçlarınızı, dövizlerinizi, ve memelerini metreslerinizin. İki bacağınızın ikisi de yerinde, Adnan Bey, iki bacağınız taşır geniş kalçalarınızı, iki bacağınızla çıkarsınız huzuruna   Eisenhower'in, ve bütün kaygınız, iki bacağınızın arkadan birleştiği yeri, halkın tekmesinden korumaktır. Benim gözlerimin ikisi de yok. Benim ellerimin ikisi de yok. Benim bacaklarımın ikisi de yok. Ben yokum. Beni,yani, Üniversiteli yedek subayı, Kore'de harcadınız, Adnan Bey. Elleriniz itti beni ölüme, vıcık vıcık terli, tombul elleriniz. Gözleriniz şöyle bir baktı arkamdan, ve ben, al kan içinde ölürken çığlığımı duymamanız için kaçırdı sizi bacaklarınız arabanıza bindirip Ama ben peşinizdeyim, Adnan Bey, ölüler otomobilden hızlı gider, kör gözlerim, kopuk ellerim, kesik bacaklarımla peşinizdeyim. Diyetimi istiyorum, Adnan Bey, göze göz, ele el, bacağa bacak, diyetimi istiyorum, alacağım da. (25 Haziran 1959 - Alıntıdır)

Filmin sonu nasıl mı oldu?  27 Mayıs sabahı, Silahlı Kuvvetler adına radyodan yayınlanan bildiride, "Bugün demokrasimizin içine düştüğü buhran ve son müessif hadiseler dolayısıyla ve kardeş kavgalarına meydan vermemek maksadıyla Türk Silahlı Kuvvetleri memleketin idaresini eline almıştır." Rezilliğe bakar mısınız? Bakın, darbe, haklı bir nedenden dolayı bile yapılmış olsa rezillikten başka bir şey değildir. Yazının başında da dediğim gibi, eğer biz demokratik bir ülkeysek ve Adnan Menderes oraya halkın büyük bir kısmının oyunu alarak çıktıysa yine aynı şekilde indirilmeliydi. Ama öyle olmadı, halk yok sayıldı. Ve biz ne derse o olur dendi. Bunun başka bir mesajı daha vardı ilerisi için; Amerika'nın yoluna taş koyan herkesin sonu böyle olur.! Ve biz o darbeyle en az 10 yıl geriye gitmiş olduk. Kesinlikle olmamalıydı. Neyse. Bu olaylardan cuntacıların emriyle Yassıada'da kurulan ve adına "Yüksek Adâlet Divanı" denilen alçak mahkeme, dokuz ay boyunca hakaret ve işkencelerle dolu duruşmalar yapmıştır. Türk insanı yok sayılırcasına! Bu 'alçak' mahkemelerde 14 kişinin idam edilmesine karar verilmiş ancak sadece 3 kişi Fatih Rüşdü Zorlu, Hasan Polatkan (16 Eylül) ve Adnan Menderes (17 Eylül) tarihlerinde cezaları infaz edilmiştir. Ama bunlardan bağımsız olarak yassı ada da idam edilenlerin dışında 6 kişi daha çeşitli işkencelere maruz kalarak hayatını kaybetmiştir; Lütfi Kırdar (istanbul, Sağlık Bakanı), Gazi Yiğitbaşı (Afyon, milletvekili), Yusuf Salman, Yümni Üresin, Nuri Yamut ve Kenan Yılmaz. Bunlara ek olarak Konya eski Valisi Cemil Keleşoğlu'nun da Yassıada'da intihar ettiği açıklanmıştır ama bu açıklama şüphelerle doludur. Zîra, 27 Mayıs Darbesinin üçüncü günü işkenceyle öldürülen içişleri Bakanı Namık Gedik için yapılan "ıntihar etti" açıklaması gibi. Bir de onların ağzından dinleyelim. DP'li Devlet Bakanı Mükerrem Sarol anlatıyor: "Davutpaşa Kışlasından 20 kişilik bir kamyona bindirildik. Başımızdaki binbaşı başladı sataşmaya. Önce bana 'Söyle bakalım, bu milyonları nerede yiyeceksin' dedi. Ben 'Benim milyonlarım yok' dedim. 'Öyleyse sana yardım toplayalım da, evini barkını geçindirirsin' diye alay etti. Sonra, diğer arkadaşlarımın yakasına yapıştı. Yakışıksız sözler söyledi. Ardından, yalanlar dizisi başladı: Et Balık Kurumu ambarlarında üniversiteli gençlerin öldürülüp kıyma haline getirildiğini, Bayar'ın bankalarda milyonları çıktığını, Menderes'in altın külçeleri kaçırırken yakalandığını anlatıp durdu. Sonra da son derece çirkin ve sapıkça konuşmalar yaptı. Nihayet araba durdu, gemiye bindirileceğiz. Binbaşı eline listeyi aldı ve gemi komutanına 'ışte size 20 baş hayvan getirdim' diye bağırarak söyledi. Arabadan çıkıp gemiye atlayanın da yemediği tekme, küfür, hakarek yoktu. Aynı bed muamele Yassıada'ya çıkarken de tekrarlandı. Ada komutanı Tarık Güryay, aramızda eli sopayla dolaşır, önünde herkesin ayağa kalkmasını isterdi. Yine de, hakaret ve işkence yapmaktan geri durmazdı. Bütün asker ve subayları dolduruşa getirmişlerdi. Hepsi bizi birer vatan haini gibi görüyordu. Gördüğümüz muamele de ona göre oluyordu. Hiç unutmam, yanımda arkadaşım Selahaddin Karayavuz vardı. Ona, Ben bu şartlarda burada yaşayamam. Bu haysiyetsiz muamele karşısında, kafamı demirlere vura vura öleceğim' dedim."

Son olarak, Menderes ve arkadaşlarının idam sürecine 'görevli er' olarak yakından tanıklık yapan Muzaffer Erkan şöyle anlatıyor o son 'gidişi': "Menderes'i İstanbul'a hastaneye götürüyoruz diyerek hücumbota bindirdiler. İnanmış gibiydi, mutlu oldu. 'Ver bana bir sigara!' diyerek teğmenden bir Hanımeli sigarası aldı ve içti. İdam öncesindeki misafir odasında bir parça şeftali yedi. İdam edildiğinde şeftalinin suyu beyaz kefeninin önüne aktı." Ve başında bekleyen cellad ipte sallanan Menderes'e yaklaşıp ayağında ki rugan ayakkabıya bakarak şu tüyler ürperten sözleri söyleyiveriyordu: "Bu ayakkabılar benim olacak!".

Bir insanın ölümüne, bir insanın yaşamının sona ermesine başka bir insanın karar verebiliyor olması ne acı bir durumdur. Bakın, haklı veya haksız demiyorum. Allah'ın verdiği canı yalnızca Allah alır. Göz göre göre ölümü beklemek ne kadar acıdır? O insanlar tarafından öldürüleceğini bilmek ne kötü bir durumdur? İlk yazımda bir şey demiştim 'boynuzsuz koyun, boynuzlu koyundan hakkını alacaktır Ahirette.'' diye aynen öyle işte. Biz göremedik o zamanları. O dönem yoktuk dünyada. Ama olanlardan da ziyade Allah var. İyiliği mükafatlandırmak ne kadar güzelse, kötülüğü cezalandırmakta o kadar güzel ve adalettir.

20 Ocak 2014 Pazartesi

İyi mi geceler?

Suriye’de insanlar katledilirken iyi mi geceler? Aç- susuz bırakılıp oda yetmezmiş gibi işkenceye maruz kalıp sonra da öldürülen insanlar varken, gerçekten iyi mi geceler? 

Biraz önce açtım bilgisayarı ve haberler bir bakayım dedim. Gördüğüm şeylere inanamadım. Şöyle bir şey yazıyordu haber de: ‘’ Suriye ordusunda 13 yıl askeri polis olarak görev yapan bir kişi, ülkede yaşanan iç savaş boyunca, rejime bağlı askeri hastanelere ölü olarak getirilen kişilerin fotoğraflarını çekmekle görevlendirildi.’’ Sonra devam ettim okumaya, aşağılara doğru indim. ‘’ Çalışma arkadaşlarıyla iki yılda 55 bin kare fotoğraf çeken askeri polis, sistematik işkenceyle öldürme politikasına dayanamayarak Suriyeli muhaliflerle gizlice irtibat kurdu’’ gibi şeyler yazıyordu. Resimlere bakmak istemedim ama dayanamadım gene de baktım. Sonuç ne mi oldu? İnsanlığımdan utandım, şükrettim, dua ettim.

Uyanın Ey efendiler, UYANIINNN!! İç savaş değil, savaş suçu değil, İNSANLIK SUÇUDUR YAPILANLAR, İNSANLIK SUÇU. Haksızlığa göz yuman dilsiz şeytandır tamam Eyvallah ama geçti artık geçti laf değil icraat görmek istiyoruz. Biz burda rahat rahat yataklarımızda uyurken onlar orda ne halde can veriyorlar, işkence görüyorlar. Artık kendimize gelelim lütfen efendiler.

1 günlüğüne de olsa bırakalım taraf olmayı.
1 günlüğüne de olsa bırakalım rant peşinde koşmayı.
1 günlüğüne de olsa birlik olalım artık.
1 günlüğüne de olsa insan olduğumuzu hatırlayalım artık

Çok şey istemiyoruz sizlerden Eyy efendiler! 1 günlüğüne de olsa en azından insan olduğumuzu hatırlayalım. Biz neden bu hale geldik efendiler? Kim getirdi bizi bu hale? Biz neden unuttuk geçmişimizi? Biz nasıl unuttuk tarihimizi? Biz’i kim yozlaştırdı böyle? Artık haber okumaya bile korkar hale kim getirdi bizleri?

Bir haber sitesine girip yorumları okudum. İnsanlığımdan utandım efendiler, insanlığımdan utandım. Komşumuz olan Suriye’de insanlar katlediliyor, kundakta ki bebekler katlediliyor, üstlerine bombalar yağdırılıyor. Bütün bunlar yetmezmiş gibi aç- susuz bırakıp işkence yaparak öldürüyor Firavunvâri Orospu evlatları!

Öyle taşlaşmış ki kalbimiz, öyle buz tutmuş ki yüreğimiz insanlar orda ölürken burda ki insanlar hâlâ siyasete vuruyor işi ‘’Akp böyle devam etsin, daha çok insan ölür’’ veya ‘CHP neden öyle yapmadı, yapsaydı bu insanlar ölmezdi’’ durumu açıklayan örnekler veriyorum. Biz bu hale gelmişiz. Robot olmuşuz, bildiğin robot! Bari bugün bırakın parti muhabbetlerinizi de hepimiz insan olduğumuzun farkına varalım. Çok geç olmadan anlayalım onların hissettiği acıları. Bugün onlar, yarın biz. Düşmez kalkmaz bir Allah’tır efendiler!

 ‘’Eğer Allah insanları zulümleri yüzünden hesaba çekseydi, yeryüzünde kımıldayan tek canlı bırakmazdı. Fakat Allah onları, belli bir vakte kadar erteler. Müddetleri (ecelleri) geldiği zaman, onu ne bir saat erteleyebilirler, ne de öne alabilirler. ‘’   Nahl suresi – 61

‘’Zulüm yapmış olan herkes, azabı görünce yeryüzündeki her şeyin sahibi olsa da, (o azaptan kurtulmak için) hepsini feda ederdi. Ve içten içe pişmanlık duyardı. Fakat aralarında adaletle hüküm verilir ve hiçbirine zulüm yapılmaz. ‘’   Yunus suresi – 54

‘’(Ey Muhammed) Allah'ı sakın zulmedenlerin yapmakta olduklarından habersiz sanma, onları yalnızca gözlerin dehşetle belireceği bir güne ertelemektedir.’’  İbrahim suresi – 42

Sen zulmedenleri kahreyle Yâ Rabb. Bu zulme göz yumanları, zulüm yapanları, zulmü destekleyenleri sen bildiğin gibi yap Yâ Rabb. Şüphesiz ki sen, en adaletli olansın. Şüphesiz ki sen her şeyi gören, bilensin. Senin verdiğin canı almaktan korkmayan insanları bildiğin gibi yap Yâ Rabb..

İyi mi geceler efendiler?



15 Ocak 2014 Çarşamba

Coming Soon...

Merhaba arkadaşlar. Biz iki kafadar bir yola koyulduk bu blog aleminde geçen hafta başladık Ahmet Kaya yazımızla...
Daha çok çalışmamız lazım ama finaller dolayısıyla pek ilgilenemedik blogla ama BOMBA gibi geliyoruz, BOMBA!!!!

 Bu kez farklı bir yazıyla karşınızda olacağız;  1947 sonrası Türkiye!.
 Evet bu güne kadar bir çok blog, bir çok internet sitesi Atatürk öncesi ve  Atatürk dönemi ile ilgili bir çok yazı yazdı. Fikir belirtti.
 Biz ise bundan farklı olarak. 1947 yılından sonra başa gelen liderleri, ve bu liderlerin Türkiye geleceğine yaptığı katkıyı, istemeden de olsa zaman zaman verilen zararları anlatmaya çalışacağız.

Malum. Bırakın Orta Doğuyu Dünyada bile üstünde bu kadar oyun oynanan bir ülke daha yoktur! Bunun yanında dünyada hiç bir ülke yoktur ki bizim kadar bölünmüş olsun.
 Bölünmüş dediysem bunu parçalanmış, paylara ayrılmış olarak algılamayın. Zîra bölünmek, sadece parçalara ayrılmak değildir. Düşünce olarak da birbirinden ayrılmaktır.
 Bir tarafın istediğini, diğer taraf sırf çıkarlarına uymadığı için istemiyor olabiliyor bizim ülkede. Hani diyoruz ya ''Önemli olan birlik, beraberlik, vatanımızın çıkarları'' diye. Ha işte öyle değil.
 Yani değilmiş. Çıkarları ülkeninde üstünde olan taraflar var maalesef bu ülkede. Bir şey, ne kadar iyi olursa olsun, vatan için hayırlı bile olsa. Bu iş bizim lehimize bile olsa.
Sırf çıkarlara ters düşüyor diye kabullenmek istemiyoruz o yapılmak istenen işi. Durum böyle olunca 'Dış mihraklar' olsun, yabancı istihbarat örgütleri olsun. Onlara, istediklerini vererek ülkemize karşı istediği şekilde kullanabiliyorlar.

Durum böyleyken biz de geçmişi biraz irdelemek istedik. Geçmiş dönemlerde başa gelen hükümetleri, liderleri, sevilen ve sevilmeyen bazı kişileri incelemek istedik.
 Onların yaptığı doğru ve yanlışları, düştükleri ve düşürüldükleri hataları kendi çapımızda araştırıp, sizlere sunmak istedik. Umarım bir şeylere vesile olabiliriz.

Peki bu yazı dizisinde hangi sorulara cevap bulmuş olacaksınız.

İnönü dönemi yapılanlar ve sonuçları neler oldu?
Menderes idamı neden kaynaklandı ?
Türkiye neden çok partili dönemde huzura kavuşamadı ?
12 eylül'ün başlangıç süreci hangi olayla başladı ?
Darbe doğru bir hamle miydi ?
Koalisyon hükümetleri neden başarısız oldu ?
28 Şubat süreci nasıl ve neden başladı ?
Özal'ı kimler neden öldürdü ?
Yeni Dünya'nın işbirlikçileri kim?
Cemaat-AKP işbirliği nerden başladı ve nasıl bu duruma geldi ?
BOP nedir ve neyi amaçlıyor ?
Hükümet-Müslüman kardeşler bağlantısı nedir ?

Sağlıcakla kalın...

1 Ocak 2014 Çarşamba

'Nerden Bileceksiniz?' Sahi Nerden Bileceksiniz?

Selamun Aleyküm müptezel

Nasılsınız diye soracağım ama vereceğiniz cevapları tahmin edebiliyorum. Ülkenin durumu sizi de etkilemiş galiba. Eskiler’in de dediği gibi ‘At izi, İt izine karıştı’ aynen durum bu işte. Neyse bu konuya başka bir yazıda değineceğim, daha doğrusu naçizane fikrimi beyan edeceğim.

Şimdi sizlere bir hayat anlatacağım. Dolu dolu yaşanmış ama kıymeti zamanında bilinmemiş bir hayat. Sapına kadar Türk’üm ve insanlar arasında kesinlikle ideoloji, din, dil, ırk, mezhep ayrımı yapmayan biriyim başta söyleyim bunları ve şimdi anlatacaklarımı kendime bir görev ve iâde-i itibar olarak görüyorum, vefa görevi olarak görüyorum. Ufaktan ufaktan geçelim konuya..

1957 yılında 5 çocuklu bir Aile’nin  en küçüğü olarak bir çocuk dünyaya geliyor. Öyle lüks bir yaşamları olmayan bir Aile bu. Aile’nin babası sümerbank mensucat fabrikasında işçiydi. Sabah gider akşam gelirdi. Bu çocuk, 6 yaşına gelince babası ona bir bağlama alıyordu ve müzikle ilk tanışması bu şekilde oluyordu. Okuldan arta kalan zamanlarında plak ve kaset satan yerlerde çalışıyor, evine destek oluyordu bu çocuk. Lâkin hayat zordu ve acımasızdı, Aile’nin durumu da pek parlak olmayınca 1972 yılında istanbul’a göç etmek zorunda kalıyorlardı. Çocuk burda da aynı şekilde okula gidiyor geri kalan zamanlarda ise işportacılık yapıyor ve çeşitli iş yerlerinde çıraklık yaparak Ailesine destek oluyordu. Küçük bir yerleşim biriminden istanbul gibi bir yere küçük yaşta gitmenin zorluğunu, yaşadığı iletişim problemlerini ve alışma sorununu şöyle anlatıyordu kendisi ‘’ Onlarla konuşmuyordum çünkü onlarla konuşamıyordum. Giyimleri başkaydı, konuşmaları başkaydı. Onlar gibi konuşmaya çalışıyordum. Mesela terziye gidip, onlar gibi pantolon diktirmeye filan başlamıştım. Terzinin yaptırdığı pantolonların üzerime uymadığını görüyordum. Onlara yakışıyordu bana yakışmıyordu. Bir kız vardı bizim okulda; herkesin bir aşkı vardır, çocukluk aşkı. Bir gün gittim dedim ki: 'Biraz seninle konuşak beş dakika, kaçıyorsun hep...' Bana dedi ki: 'Rica ederim.' Öyle bir ağrıma gitti ki: 'Ben de sana rica ederim' dedim. Ben o zaman anlamını bilmiyordum, yani onu bir küfür zannettim ’’  16 yaşına geldiğinde yasadışı afiş basmaktan içeri atılıyordu. Birkaç arkadaşıyla birlikte Halk Birimleri Derneği'nin çalışmalarına katılır. Çeşitli etkinliklerde bağlama çalar. 1978 yılında Gelibolu'da askerlik yapar. Askerlik dönüşü Gülten Kaya ile evlenir. İşsizlik nedeniyle ekonomik sıkıntılar çektiği dönemde eşi kendisine sırt döner ve terkeder, ayrılıp gider. Zaten yalnız olduğu bu acımasız hayatta bir darbe de eşim dediği insandan gelir. Neyse devam edelim biz Bu ekonomik sorunlarından kurtulmak umuduyla kendi deyimiyle "sistemin tersine hareket" etmeye karar verir. Nihayetinde uzun uğraşlar sonucu çıkardığı Ağlama Bebeğim albümünü 1985 yılında yayımlar. İstanbul Şan Tiyatrosu'nda küçük bir konser verir. Yayımlandığı yıl albüm toplatılır fakat daha sonra sansürü kaldırılır. 1985'te ikinci albümü Acılara Tutunmak için birinci albümde olduğu gibi Değişim Stüdyosu'yla anlaşır. Stüdyonun sahibi, o sıralarda Metris Askeri Cezaevi'nde olan Selda Bağcan'ın kardeşi Sezer Bağcan'dır. Cezaevinde tanıştığı 12 Eylül Darbesi mağduru Gülten Hayaloğlu ile Ahmet Kaya'nın tanışmasına aracılık eder. Albüm yayımlandıktan sonra evlenirler. Gülten Hayaloğlu hapishanede idam cezasına mahkûm olan Nevzat Çelik'in Şafak Türküsü şiirini Ahmet Kaya'ya iletir. Böylelikle geniş kitlelerce tanınması sağlanan albüm, 1985 yılında yapılıp 1986'da piyasaya çıkan Şafak Türküsü olur. Bu albümde aranjör Oğuz Abadan'la çalışır ve hemen hemen tüm besteleri kendisi yapar. Aynı yıl An Gelir albümünü yayınlar. 1987 yılında kızı Melis doğar. Hayatının dönüm noktalarından birisi  belki de en önemlisi gülten hayaloğlu ile tanışmasıdır. Gülten Hayaloğlu ile evlendikten sonra kardeşi Yusuf Hayaloğlu ve şiirleriyle tanışır. Sözlerinin çoğunluğunun Yusuf Hayaloğlu'na ait olduğu Yorgun Demokrat adlı albümü 1987 yılında yayımlanır. 1988 yılında sadece iki şarkının söz yazarlığını Hayaloğlu'nun yaptığı ve diğer sözlerin tanınmış şairlerin şiirlerinden oluşan Başkaldırıyorum albümü çıkar. Ardından 1989 yılında sadece bağlama ve vokalin ile oluşturduğu konserlerinden bir derleme olan Resitaller-1 yayımlanır. Aynı yıl Osman İşmen'in düzenlemesiyle, sözlerinin büyük çoğunluğunu Hayaloğlu'nun yazdığı İyimser Bir Gül albümü çıkar. 1990 yılında Resitaller-1'in devamı niteliğinde olan Resitaller-2 albümü yayımlanır. Aynı yılın Ekim ayında çeşitli şairlerin şiirlerinden oluşan Sevgi Duvarı isimli albümünü çıkartır.  Şarkılarım Dağlara albümü basılan 2.800.000 bandrolle rekor kırmıştır. Bu albümde yer alan Özgür Çağrı isimli şarkıda geçen ‘’Abin bir gün dağdan döner, sarılırsın yavrucağım’’ gibi sözler nedeniyle albümü toplatılır, konser vermesi yasaklanır.

Buraya kadar olan şeylere bir nebze olsun göz yumabiliriz olmamalıydı ama dediğim gibi bir nebze olsun göz yumabiliriz. Gelelim zurnanın zırt dediği yere, yıllar 1999’u gösteriyordu ve Magazin Gazetecileri Derneği gecesinde ödülü aldıktan sonra kısa ve öz bir konuşma yaparak diyordu ki ‘’ Ben bu ödülü yalnızca kendi adıma değil, bu ödülü insan hakları adına, bu ödülü cumartesi anneleri adına, bu ödülü magazine emek veren insanlar adına, bu ödülü bütün Türkiye halkı adına alıyorum. Bir de; yeni çalışmamda, Kürt asıllı olduğum için Kürtçe bir şarkı yapıyorum ve Kürtçe bir de klip çekiyorum. Ve bu klibi yayınlayacak yürekli insanların olduğunu da biliyorum. Yayınlamazlarsa, Türkiye halkıyla nasıl hesaplaşacaklarını da bilmiyorum. Teşekkür ederim.’’  Dana’nın kuyruğu burda kopuyordu. Bunun üzerine Serdar Ortaç sahneye çıkıp Sibel Can'ın "Padişah" şarkısını değiştirerek "Bu devirde kimse sultan değil, hükümdar değil, padişah değil / Atatürk yolunda tüm Türkiye / bu vatan bizim / ellerin değil" şeklinde okumuş, ardından 10. Yıl Marşını söylemişti. Salondakiler Ahmet Kaya'yı protesto etmiş, hatta çatal bıçak fırlatanlar olmuştu. Ha şu bildiğimiz serdar ortaç varya hani? Şimdilerde yaptığı şarkılara pornovâri klipler çeken serdar ortaç? Ha işte evet evet o! Sonra Ahmet kaya’yı linç kampanyasının başında gelen Ertuğrul özkök! Hürriyet gazetesinin o zaman ki yayın yönetmeni olan özkök! Bu olaydan sonra öyle manşetler atılıyordu ki adeta fırsat kollanıyormuş gibi ve bu olayların gerçekleşeceği gün bekleniyormuş gibi.  Hadi serdar ortaç’ı geçtim de bundan daha büyük bir karaktersizlik örneği daha vardı. O da şu; o gece tepki verenler arasında mahsun kırmızıgül de vardı ve Ahmet kaya’yı ıslıklayanları, alkışlarıyla ödüllendiriyordu. Sonra ne oldu biliyor musunuz? Mahsun Kırmızıgül kürtçe şarkılar söyledi ve o gün Ahmet Kaya’yı ıslıklayanlar Mahsun Kırmızıgül’ü alkışladılar. Bundan daha karaktersiz bir davranış olur mu? Bundan daha fazla gevşeklik olur mu? O gün, o tepkiyi hak edecek ne yapmıştı Ahmet Kaya? Kürt asıllı olduğunu söyleyip kürtçe bir şarkı yapacağım demesi suç muydu? Haksız mıydı? Ahmet Kaya şu an bile ‘Ben Türk’üm’ diyen birinden daha Türk’tür ve buna kalıbımı basarım. Bazı parti liderleri hâlâ baş örtüsüne destek yerine köstek olurken taa o yıllarda ‘ Benim anamın başında ki türbanı kimse alamaz’ diyecek kadar Türk gelenek ve göreneklerine bağlı bir insandı Ahmet Kaya. Neyse devam devam. Başlatılan linç kampanyası o kadar ileri gidiyordu ki olay nasıl bu noktaya kadar gelmişti kimse inanamıyordu. Tarih 14 Şubat 1999. Türkiye’nin en çok okunulan gazetelerinden biri olan Hürriyet’in manşetinde ilginç mi ilginç bir resim;

Arkada Türkiye`nin bir bölümünü Kürdistan olarak gösteren bir harita. Haritanın tam üzerinde Abdullah Öcalan`ın posteri. Tam önünde ise 4 gün evvel Magazin Gazetecileri Derneği`nin gecesinde ödül alırken, "Kürtçe şarkıma klip çekmek istiyorum" dediği için gecede bulunanlar tarafından linç edilmeye çalışılan ünlü Türkücü Ahmet Kaya. Fotoğrafın üzerinde ise ona atfedilen "Ayıp ettin gözüm" manşeti.
Biraz altında, "Türkiye`nin bölünmesini istemiyorum, diyen Ahmet Kaya`nın, PKK gecesinde Apo`lu Kürdistan haritası önünde konser verdiği ortaya çıktı!" açıklaması.
Okuyanı korkutan ve bir o kadar da endişelendiren diğer haberlerde alt tarafta. Ve bu fotoğraf da 1993 yılında Berlin’de çekilmiş güya. Kürt işadamlarının düzenlediği ve sadece PKK`lıların girebildiği geceye fotoğraf makinesi sokulmamış. Her nasılsa bir Alman kameraman girmeyi başarmış o geceye ve Hürriyet de o fotoğrafı o Alman kameramandan elde etmiş. Ve güya Ahmet Kaya o gecede, "Orkestramı getirmedim. Çünkü dağdaki gerillanın paraya ihtiyacı var" demiş. Demiş de demiş yani rahmetli. Onlarda asmak, kesmek için fırsat arıyor  ya.. Türkiye’nin en çok okunulan gazetelerinden biri olan Hürriyet’in bu haberini okuyan polis de Ahmet Kaya’nın evine dayanmış tabii. ‘’Bu ne Ahmet Kaya?’’ Demiş savcı. ‘’Bir açıklaman vardır umarım’’ deyince, şaşırmış kalmış. O tarih de Berlin’e gittiği iddaa edilen sanatçı ayak bile basmamış daha oraya çünkü. "Vallahi, billahi yalan, Asparagas, Provokasyon bu" dese de, dinlememişler ve tutuklanmaktan kurtulamamış Ahmet Kaya. Velhâsıl kelam aynı gün, Ahmet Kaya’nın avukatı pasaportu getirip inceletmiş, kayıtları göstermiş ve böyle bir şeyin olmadığı ortaya çıkmış. Bunun üzerine oyuna geldiğini anlayan polisler ellerinde ki yazılı emirlerle Hürriyet gazetesinin kapısına dayanıp ‘’ Söz konusu haberle ilgili elinizdeki bilgi, belge, kamera ve ses kayıtlarını acilen tarafımıza iletin" diye talep de bulunmuş.

Hürriyet ne diye cevap vermiş tahmin edin bakalım? (Lütfen kulak kesilin diyeceğim de siz ‘GÖZ’ kesilin)

Hürriyet gazetesinin o zaman ki avukatlarından Aslıhan Dumlu imzası ile yazılan cevap aynen şu şekilde; ‘’ 14 Şubat 1999 tarihli nüshamızda `Ayıp Ettin Gözüm` başlığı ile yayımlanan yazı ile ilgili olarak elimizde kaset, görüntülü ses kaydı, bandı v.s bulunmamaktadır. Bilginize."
Zaten olay sonrası Ahmet Kaya’nın eşi, Gülten Kaya söz konusu fotoğrafın hayal ürünü olup, aslında öyle bir şeyin olmadığını herkesin gözüne soka soka ıspatladı. Bu skandaldan sonra Hürriyet’in yerinde olsanız ne yaparsınız? Valla ben kendimi affettirmek için istifa ederim veya her şeyi göze alarak Ahmet Kaya’yı savunurdum. Ama Hürriyet gazetesi bir özür bile dilemedi. Tam tersi, kendi ülkesinde ve her türküsünde üstüne basa basa sevdasını anlattığı ülkesinden gitmek zorunda bırakıldı. Kendi vatanın da sırf kürtçe müzik yapıp, klip çekeceğim demesiydi tüm bunlara sebep. Peki hak etti mi? Onu bunu geçin aynı durum bize olsa biz ne yaparız? Almanya’da veya Fransa’da yaşıyor olsak ve azınlık olsak Türk bir sanatçı da çıkıp ‘Türkçe şarkı söyleyip, klip çekeceğim’ dese ve beklemediği bir tepkiyle karşılaşsa, ezilse. Biz ne yapardık? O adam bir kez olsun bölmek/parçalamak/özerklik gibi kelimeler kullanmamıştı. Türk devleti sahip çıkmalı demişti haksız mıydı? Sahiplenmeli demişti haksız mıydı? Hee şunu da söyleyim. O çok sevdiği ülkesinden gidiyor ve gittiği yerde de ‘’birkaç şerefsiz yüzünden vatanımdan ayrı kaldım, ağırıma gidiyor, zoruma gidiyor’ gibisinden dert yandı, sitem etti. Ama biz bir insan olarak Hürriyet gazetesinden özür beklerken onlar provake etmeye devam edip Ahmet Kaya `64 milyona şerefsiz! Dedi manşetleri attılar.
Daldan dala atlamak gibi olacak ama demeden geçemeyeceğim. Bu medya kadar iğrenç ve yanıltıcı hiçbir şey yok. O ne derse biz ona inanırız, o bize doğru veya yanlış haberi vermez. O, neye inanmamızı isterse o haberi verir ve biz de inanırız. Ona öyle inanırız ki, verdiği haberin doğru olup olmadığını araştırma zahmetinde bile bulunmayız. Yediğimiz yemekten, oturacağımız eve kadar, kullandığımız perdelere kadar o lanet olası medya belirler maalesef. Kısacası; hayatımız da ne varsa onun sunduğu seçenekler arasından seçeriz biz. Mesela size çok kötü olan birini sevdirebilir. Bunu yapması için bu kişiyi gazetelerin iyi göstermesi, övmesi yeterlidir. İster istemez o kişi bilinç altımıza yerleşir ve hiç tanımadan, bilmeden ona sempati duyarız. Veya televizyonlar ahhh o sihirli kara kutu ahhh. Bu konuyu apayrı bir şekilde yazacağım merak etmeyin. Şimdi şu sözlere bir bakın Allah aşkına ‘’ Ben ardımda yaş bıraktım, Ağlayan bir eş bıraktım, sol yanımı boş bıraktım. Siz benim kime küstüğümü nereden bileceksiniz’’ Şimdi anlıyor musunuz bu şarkıyı neden yaptığını? Şimdi anlıyor musunuz şarkılarının neden bu kadar kalbe işlediğini? Şimdi anlıyor musunuz bu adamın çektiği hasreti, özlemi? Başka bir röportajında şunu diyor Ahmet kaya ‘’ Tam 30 sene aç yaşadım bu ülkede. 30 yıl boyunca. Ve bütün lokantaların kenarlarına, lahmacun dükkanlarına gidip o lahmacunların nasıl çıktığına baktım. Nasıl, insanlar yiyorlar diye baktım. Nasıl üzerine soğan döküyorlar diye baktım. Nasıl dürüyorlar, nasıl büküyorlar ve nasıl ağızlarına götürüyorlar. Nasıl bir hamlede o ayranı içiyorlar. Ve ben neden içmiyorum diye baktım hep. 30 yıl boyunca soğan içine atılmış bir lahmacun dürmeye hasret yaşadım ben." Ve bunu kendisi üzerinden herkese söylüyor Ahmet Kaya, kendisi gibi nice insaların bu halde olduğunu söylüyor. Hani dedim ya vefa görevim olarak yazıyorum ben bu yazıyı diye bunun için işte. Lanet olsun ki elimden başka bir şey gelmiyor. Derler ki büyüklerimiz ‘Boynuzsuz koyun, boynuzlu koyundan hakkını alacak Ahirette’ diye ve ben Ahmet Kaya’ya bunları revâ görenlerin cezasını çekmesini istiyorum şahsen eğer adalet varsa bu herkes içindir. Ha bir de şunu öne sürerler hep ona da açıklık getirip sonlandırayım yazıyı. Uzun oldu ama içimde tutmaktan bıktım artık. Okuyun da bir fatiha okuyun adamın ruhuna lan. "Kürdüz ölene kadar, vallahi barisi özledim vallahi Apo'yu özledim" videosu gercektir. Bunu kimse inkar etmiyor. Dönem itibari ile Abdullah Öcalan yakalanmis ve  en azindan söylemlerinden  ülkeye "izin verirseniz bu savasi bitireyim"  gibi "Baris" mesajlari veriyor. Karisinin anlatimi ile bunun üzerine söylenmis bir dogaclamadir.  O dogaclamanin sonrasinda o konser icerisinde  Ahmet Kaya'nin sözlerini de dikkate almalisiniz. "Yaşamak, tek başına bir şey değil. Yaşamak, karı koca olarak yaşamak da bir şey değil. Yaşamak, iki kişiyle yaşamak da bir şey değil. Yaşamak, onurunla, namusunla, ulusal kimliğinle, halkınla yaşamaktır, onurlu yaşamaktır, şerefli yaşamaktır. Ve biz, bedeli ne olursa olsun, yaşamımızın hiç bir zerresinde ne Türkiye ne de Türk düşmanlığı yaptık. ama biz hayatımızın başladığı noktadan bugüne kadar geçen süreç içerisinde bağımsız, demokratik bir ülkenin dürüst kürtleri olarak yaşamak istedik. Ve buna az kaldı arkadaşlar" Şimdi ki gazeteler gibi aralarından bir cümleyi adeta bir cımbızla çekip alıp güzel ülkemin, güzel insanlarını aldatan hahpe medya seniii, gerçekler er-geç meydana çıkıyor böyle. Dönemin kürt asıllı sanatçılarının ideolojisi yüzünden korktuğu dönemde, inandığı değerleri sonuna kadar savunan bir kişiydi Ahmet Kaya! Ölmemiştir, öldürülmüş ve bedel ödetilmiştir adeta.

Şimdi elimizi vicdanımıza koyalım biz ne yaptık bu adama? Vicdanımız sızlıyor mu hiç? Ertuğrul Özkök ne kadar pişman olursa olsun, Mahsun Kırmızıgül ne kadar pişman olursa olsun, Serdar Ortaç aynı şekilde. Geri gelecek mi Ahmet kaya? Biz nasıl affettireceğiz kendimizi bu devrimci insana? Sırf kürtlerin hakkını savunduğu için çekti o kadar çileyi. Sırf ideolojisi için. Bir arada yaşamayı öğrenelim artık. Korkmayın biz istemedikçe bölünmez bu ülke, kürtçe dersler okutulduğu için bölünmez bu ülke. Geçelim artık bu konuları. Şimdi Türkiye’de kürtler meclise girdi. Kürtçe klipler çekildi. Kürtçe kanallar açıldı. Ne oldu peki? Ne kaybettik biz? Bunları 14 yıl önce söyleyen Ahmet Kaya linç edilmek istenmişti oysa..
Er yada geç Adalet tecelli eder. Herkes hakkını alır. Böylesine değerli insanlara sahip çıkalım. Bırakalım günü birlik yaşamayı. Bırakalım şarkıcı bozmalarını. Biz neşet ertaş için üzülelim. Yokluğunu hissedelim. Âşık veysel ile aynı dönemde yaşayamadığımız için üzülelim mesela. ‘’Arsız belâ ne zaman albüm çıkaracak’’ diye değil. Nerden gelip nereye gittiğimizi unutmayalım. Umarım bu yazıyla farklı bir bakış açısı katabilmişimdir size.

Son olarak ‘’Birer yolcuyduk aynı ormanda kaybolmuş. Aynı çıtırtıyla ürperen bir serçe, hep aynı yerde karşılarşırdık. Tesadüf bu; birer tomurcuktuk hayatın kollarında. Birer çiğ damlasıydık bahar sabahında, gül yaprağında. Dedim ya, hiç yoktan susturuldu aşkımız. Yüreğim kanıyor, ciğerim kanıyor. Olmasaydı sonumuz böyle.''