21 Ocak 2014 Salı

Kurtarılmış Ülkenin BATIrılış Hikayesi-I

Selamun Aleyküm

Ülkemiz.. Güzel ülkemiz. Dışarı çıkın sokaktan çevirdiğiniz her hangi bir insana sorun. Size diyecektir ki 'bu vatan için canımı bile feda ederim'. Evet sorarsak herkes bu cevabı veya buna benzer bir cevap verecektir. Ki öyledir tersi düşünülemez. Bakın müptezeller. Bizim bu blog'u açma amacımız bazı şeyleri herkese duyurmaktır. Herkesin bilmesini sağlamaktır. Hiç olmazsa en azından üstümüze düşen görevi yapmaktır. Ve bizim için kesinlikle '1 kişi, 1 kişidir'. Blog'da izleyeceğimiz politikada budur. 1 kişiye bile vesile olsak ne mutlu bize. İlk yazımızda yazdığımız Ahmet Kaya yazımızla olumlu-olumsuz tepki aldık. Ki, taraf olmadan yazdığımız bir yazıydı.

Bu yazacağımız yazıda da aynı şekilde taraf olmadan sizlerin önüne sunacağımız bilgi ve belgelerle birlikte karar vereceğiz, vermeye çalışacağız.

Şimdi bakın, balık baştan kokar mantığını bizim ülkemize uyarladığımız zaman bazı şeyler daha iyi gün yüzüne çıkacaktır. Örneğin, bugüne kadar başa gelen liderlerimiz hep birilerininn maşası olmakla suçlandı, onların piyonu olmakla suçlandı. Peki, 1 değil 2 değil neden hepsi bu şekilde itham edildi. Tamamen kendi yorumum olan, gözlemlediğim bir şeyi sizlere söylemek istiyorum. Eğer benden farklı düşünüyorsanız ona da saygı duyarım. Hani dedik ya balık baştan kokar tezini bizim ülkemize uyarlayalım diye. İşte bize zamanında dayatılan anlaşmalarla biz hep dışarı bağımlı bir hale getirildik. Bağımsız bir devletiz diyoruz buna Eyvallah fakat boyunduruk altında olan bir bağımsız devletiz(!) buna modern kölelik de diyebiliriz. İşte bu yüzden, sırf o zamanında yapılan yanlışlar yüzünden, anlaşmalar yüzünden bu hale düştük. Biz de bu konuyu biraz irdelemek amacıyla İsmet inönü gibi Adnan Menderes gibi Turgut Özal gibi başa gelen, ve Türkiye Cumhuriyetinin belli bir zamanına yön vermiş kişileri araştırmaya karar verdik. Doğruları, yanlışları, düştükleri ve düşürüldükleri hataları, istemeden de olsa verilen zararları sizlere sunacağız ve yorumu size bırakacağız. Konuya başlamadan önce şunu da söylemek istiyorum. Lütfen siz de en az bizim kadar tarafsız bakarak okuyun ve öyle değerlendirin bu konuyu art niyetli olmaya gerek yok. Son olarak, ben kimseye öğüt verecek biri değilim inanın bana ama tavsiye verebilirim sizlere. Bir olayı değerlendirirken lütfen o zamanın şartlarını da göz önünde bulundurun. Çünkü bizlerin gördüğü gibi basit değildir hiçbir şey. Bir değil birden fazla bakış açınız olsun.  Konumuza geçelim artık. Bismillahirrahmanirrahim..

'MİLLİ ŞEF' İsmet İnönü

Son dönemlerde gündeme gelen konulardan birisi İsmet İnönü'nün ermeni olup olmamasıdır. Gerçi bu konu artık temcit pilavı gibi ısıtılıp ısıtılıp önümüze koyuluyor ya neyse. İlk yazımızda olduğu gibi kimseyi ideolojisinden, görüş ve fikirlerinden dolayı eleştirmemek lazım. Ermeni olup olmaması onun elinde olan bir şey değildir. Doğuştan kazanılmış bir şeydir. Mesela, sen. Eğer Annen-Baban yahudi olsaydı. Otomatikmen sen de yahudi olarak dünyaya gelecektin. Eğer Annen-Baban hristiyan olsaydı sen de hristiyan biri olarak dünyaya gelecektin. O da bunun gibi bir şeydir işte.
Atatürk'ün ölümünden sonra İsmet İnönü anlaşılması zor kararlar verdi. Zîra Atatürk, İsmet inönüye küs bir şekilde öldü diyenlerde yok değil. Hani dedim ya anlaşılması zor kararlar verdi diye. Sen anlıyor musun bilmiyorum ama ben Atatürk'ün heykelini neden sattığını pek anlamıyorum. Tamam savaş sonrası bitkin olabilirz, mali yünden zayıf olabiliriz ama ülke'yi bu heykel mi kurtaracaktı? Bu kadar mı zayıftık anlamakta güçlük çekiyorum.















İsmet paşa savaştan sonra ilginç bir şekilde batıya yönelmiştir. Batıya yönelmenin, onların güzel ve faydalı icraatlerini örnek almanın zararı yoktur. Ama fazlası zarardır. Biz osmanlıdan kalan değerlere ne yazık ki sahip çıkamadık. Bu utanılacak bir durumdur ve açıkçası rezalettir. Başka medeniyetler bir başka medeniyetlerin kültüründe ki güzellikleri kendi kültürüyle özdeşleştirir. Dediğim gibi bu normaldir ve güzeldir. Ama biz ne yaptık. Bu cumhuriyeti kurduğumuzda böyle davranmadık, daha doğrusu davranmadılar. Osmanlı devletinin büyük kültür mirasını reddedip batıya yöneldik. Ve açıkçası aslımızı inkar ettik. Ama son zamanlara baktığımızda yavaş yavaş osmanlı düşmanlığı yapan kişiler yok gibi. Sanki biz, yıllar sonra 700 senelik bir medeniyete sahip olmuş gibiyiz. Neyse konu dağılmasın. Şimdi sizlere 2. dünya savaşında yaşanan bir olayı anlatmak istiyorum. ''Ruslara karşı mücadele veren bir Türk topluluğu, Türkiyeye iltica etmek ister. Sınıra yakın bir yerde sıkışmışlardır, etrafları çevrilmiştir. Ya Türkiyeye gireceklerdir, ya da imha edileceklerdir. İnönü'nün cevabı ayne şudur: Türkiye dışında Türk, yoktur.!'' (Kürtçülük ve ayrılıkçı Terör- Hasan celâl güzel) Yorumu sizlere bırakıyorum. İyi düşünmek istiyorum, bildiği bir şeyler vardır diye düşünmek istiyorum lâkin bunun neresinde iyilik vardır? Neresinde kâr vardır? İnönü zamanında sınırlarımız dışında hiçbir iddiamız olmamıştır. 'Olursa başımıza iş çıkar, rusyayla kavgaya gireriz' düşüncesi hakimdir. Atatürk ölürken bile musul- kerkük yarası vardı içinde. Atatürk'ün canımız pahasına da olsa kurdurmayız dediği israil devletini tanıyan ilk müslüman ülke ismet inönülü Türkiye oldu. İsmet inönü Atatürk öldükten sonra onun değerlerine sahip çıkmamıştır. Zîra paraların üstünden Atatürk resmini kaldırıp, kendi resmini koyacak kadar ileri gitmiştir.











Gelelim zurnanın zırt dediği yere, hala başımızı ağrıtan, hala önümüze sürülen: Truman Dokrini! İnönün bu konu hakkında ki fikri ise şöyle; "Büyük Amerika Cumhuriyeti'nin memleketimiz ve milletimiz hakkında beslemekte olduğu yakın dostluk duygularının yeni bir örneğini teşkil eden bu sevinçli olayı, her Türk candan alkışlamalıdır." Peki gerçekten böyle midir? Gelin bir de içeriğine, maddelerine bakalım.

Madde 2: "Türkiye Hükümeti, yaptığımız yardımı, tahsis edilmiş bulunduğu gayeler adına kullanacaktır."

Madde 4: "Türkiye Hükümeti, Birleşik Devletler Hükümeti'nin onayı olmadan hiçbir madde ve bilginin mülkiyet ve zilliyetini devredemeyeceği gibi, aynı onay olmadan Türk Hükümetinin söylenilen gayeden başka bir gayede bu yardımı kullanmasına Birleşik Devletler Hükümeti müsaade etmeyecektir."

Bir de Johnson mektubu vardır ki meşhurdur. Kendisi şöyle diyor bize: "Türkiye ile aramızda mevcut askeri yardımın veriliş maksatlarından başka maksatlarda kullanılması için hükümetinizin Birleşik Devletler'in onayını alması gerekmektedir. Hükümetiniz bu şartı anlamış olduğunu muhtelif vesilerle Birleşik Devletler'e bildirmiştir. Mevcut şartlar altında Birleşik Amerika'nın, Türkiye'nin Kıbrıs'a yapacağı bir müdahalede Amerika tarafından sağlanmış askeri malzemenin kullanılmasına izin vermeyeceğini bütün samiyetimle bildiririm." Yani onların izni olmadan kurşun atamayız, ekmek alamayız, çay içemeyiz! Peki nerde karşımıza çıktı bu maddeler biliyor musunuz? Alın işte; 1974 yılında 2 lider  Bülent Ecevit ve Necmettin Erbakan,  EOKA darbesiyle rumlar adadaki Türkleri, bebekleri dahil katlederken adaya müdahale kararı aldılar ve kıbrıs barış harekatı başladı. Ancak yine sahneye İnönü çıkacak ve hükümeti dağıtacaktı. Eğer o zaman  İnönü sahneye çıkmasa bugün kıbrıs sorunu falan da olmayacaktı.
1984 yılında PKK Eruh baskını yapacak ve ABD "Benim iznim olmadan PKK'yı vuramazsın."  diyecekti. Peki buna kim sebep olmuştur. 'Milli Şef' İsmet İnönü.

İnönü döneminde din düşmanlığı da had safhaya ulaşmıştır. Bunu Şükrü Saraçoğlu'nun sözü ile özetlemek mümkündür.
"Din zehirdir. Türkiye'den dini tamamen atabilmek için bize 30 sene daha lazım."   (Kaynak : Meclis zabıtları - Sebilr Reşad Sayı 103, Mayıs 1951 - Mufassal Tarihçe-i Hayat)
Bu dönemde halkçılık ilkesi de pek önemsenmeyip halk adeta aşağılanıyordu. Tandoğan meydanına adını veren Nevzat Tandoğan 3 Mayıs 1944 yılında huzuruna çıkarılan Osman Yüksel Serdengeçti'ye, "Ulan öküz Anadolulu! Sizin milliyetçilikle, komünizm ile ne işiniz var? Milliyetçilik lazımsa bunu biz yaparız. Komünizm gerekirse onu da biz getiririz. Sizin iki vazifeniz var: Birincisi, çiftçilik yapıp mahsul yetiştirmek. İkincisi, askere çağırdığımızda askere gelmek."

27 Aralık 1947'de de "Fulbright Antlaşması" adı altında da eğitim sistemimizi de onların eline vermesek olmazdı değil mi? Bu gençlik, pırıl pırıl çocuklarımız daha küçük yaşlarda robot gibi ezber yapmasa olmazdı değil mi? Ben 25 yaşındayım ve 25 yıldır hep aynı şeyleri temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp önümüze sürüyorlar. Neyse. Fulbright antlaşması madde 5: "Komisyon, dördü TC vatandaşı ve dördü ABD vatandaşı olmak üzere sekiz üyeden kurulu olacaktır. Bunlara ek olarak Türkiye’deki ABD diplomatik heyetin başı, (Amerikan Büyükelçisi) komisyonun fahri başkanı olacaktır.Komisyonda oyların eşit oluşması durumunda kesin oyu misyon şefi (Amerikan büyük elçisi verecektir).'' Yani diyorlar ki ya seve seve yada öpe öpe bizim dediğimiz olacak. Komisyonun ABD vatandaşı olan dört üyesinden ikisinin elçilikteki CIA mensupları arasından seçileceğinden kuşku duymamak gerekir, böylece CIA, Milli Eğitim Bakanlığı’na rahatça sızma olanağı bulacaktı. Okul kitaplarına ve ders kitaplarına Amerikan propagandasının etkinliğini artırmak için malzeme hazırlayacaklardır.” 2014 itibariyle değişen bir şey var mıdır sizce? Bence yok. Gençlik onların elinde köreltilmektedir.

Kısacası inönü, ne din'e ne eğitime ne de halka önem vermiştir. Hakkında yazılacak, söylenecek o kadar çok şey var ki. Hangi birini yazsam bilemedim. İçin de ki ABD aşkını, batıya bağımlılığı anlatan ve bu konunda sınır tanımadığını gösteren bir resimle bu konuyu kapatıyorum.












İnternet güzel şeydir, tabi doğru kullanırsan..

'İSLAM KAHRAMANI' ADNAN MENDERES

Şimdi pezevenkler başlamadan önce şuna bir açıklık getirelim istedim. 'En kötü devlet bile, devletsizlikten iyidir.' veya 'En iyi askerî yönetim, en kötü demokrasi yönetiminden bin kat daha kötüdür.' Eğer biz demokrasiyle yönetilen bir ülkeysek bu kesinlikle bu yönde olmalıdır. Oraya çıkan nasıl ki halk desteğiyle, halkın oyları ile çıkıyorsa, aynı şekilde de inmesi gerekir. Bunun başka türlü hiçbir şekli kabul edilemez. Bize yapılan her darbe bırakın fayda görmeyi bizi en az 10 yıl geriye götürmüştür zîra. Darbe, kesinlikle ve kesinlikle kötüdür. Darde, kesinlikle tuzaktır. Darbe, gelişmeyi istememektir. Darbe, utanılacak bir durumdur ve olaydır.

İsmet inönü'den bıkan Türk milleti çok partili sistemin ilk seçiminde DP yi rekor oyla iktidara getirmiştir. İnönü'nün kendi resimlerini bastırdığı paralardan o resimleri kaldırtıyor ve tekrar Atatürk'ün resimlerini koyduruyordu. Menderes ilk iş olarak Türkçe okunan ezanı tekrar eski haline getirerek halkın sevgisini kazanmıştır. Zîra ezan, sadece Türklere özgü olan bir şey değildir. Genel olarak müslümanları kapsayan ve yine olduğu gibi arapça olarak okunması gerekmektedir. Tersi durumda ne olurdu biliyor musun? Nüfusunun çoğunluğu müslüman olan her ülke, ezan'ı kendi diline çevirirdi. Ve saçma sapan bir durum çıkardı ortaya. Ki bu sebepten dolayıdır ki ezan geneldir, olduğu gibidir. Adnan menderes'i eleştirenler veya sevmeyenler Din kisvesi altında Türk milletini sömürdüğünü söylerler. Ama yazının başında da dediğimiz gibi farklı bakış açılarından bakmaya çalışalım olaya. Mesela; 1925-1950 yılları arasında Ankara'ya hiç camiî yaptırılmadığını, bu yüzden Ankara'nın 'Mabedsiz Şehir' olarak algılanmaya başlandığını biliyor muydunuz? Menderes'in dindar bir lider olduğunu destekleyen bir başka konu ise şudur, Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı olarak dini sahada eğitim vermek üzere kurulan İmam-Hatip okullarının ve Yüksek İslam Enstitülerinin açılması da yine Adnan Menderes’in Başbakanlığı döneminde hayata geçmiştir. 13 Nisan 1949’da yapılan Aydın il kongresinde üyelerden birinin “sefaletin bulunduğu yerde hürriyet olmaz.” sözüne cevabı “Ben aksini söyleyeceğim, Hürriyetin olduğu yerde sefalet olmaz.” diyerek CHP iktidarının temel hak ve özgürlüklere getirdiği kısıtlamalara karşı çıkmıştır. Menderes dönemi halkın cebinin ilk kez para gördüğü dönemdir. Senelerce aç kalan, devlete vergi yetiştirmekten kendisine parası kalmayan milyonların cebinin para görmesiydi. Mesela elektrikti, mesela suydu, mesela yoldu, mesela fabrikaydı. Artık milletin ürettiği para etmeye, millet kazancının hayrını görmeye başlamıştı. Eskiden, devletin istediği miktardan arta kalırsa kilosu 20 kuruşa satılan buğday, kısa zamanda 45 kuruşa çıkarılmıştı. Pancar üretimi % 190, buğday üretimi % 230 artmış, pamuk, tütün, çay gibi ürünleri de % 100’lük üretim artışları sağlanmıştır. 1948’de 1.750 traktörü olan Türkiye’nin 10 yıl sonra eriştiği rakam, bunun 25 katıydı. 10 sene zarfında 21.500 köy içme suyuna kavuşmuş, köy okullarının sayısı 20.000’i bulmuş, köylerde elektrik yüzü görür olmuştu. Bütün bunlar, keyfi idari harcamaları kısan, yatırımlara ayrılan bütçe payını % 25’lere, % 30’lara çıkaran Menderes hükümetinin eseriydi. Tek parti devrinin bir iki göstermelik barajına karşılık, Menderes Türkiye’ye 42 yeni baraj hediye etmiştir.(Kaynak: Demokrat Parti’nin İktisat Politikası (1950-1954) Mehmet Abidin Kartal, İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Master Tezi, İstanbul-2000)

Menderes, Türkiye'nin kesinlikle bir ortadoğu politikası olması gerektiğine inanıyordu. Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü’den bu politikanın belirlenmesini isterse de sonuç alamadı. Bu arada Mısır büyükelçimizle görüşen ABD Dışişleri Bakanı Dulles’ın “Mısır siyasetiniz nedir?” sorusuna elçinin “Bilmiyorum” diye cevap vermesi bardağı taşıran damla oldu. Menderes tam anlamıyla yalnızdı. Dışişleri Bakanlığı’nı kendisi sürüklemek zorunda kalmıştır.

Bütün bunların yanında hataları ve yanlışları da olmuştur Adnan Menderes'in. NATO'ya girmesek ne olurdu diye düşünmek istemiyorum zîra o dönemler bize karşı çok ciddi bir tehdit vardı: SSCB! Hem o dönem SSCB'nin yapmış olduğu Atom bombası, hem de Stalin'in bize her an saldırabileceği düşüncesi bir anda NATO'yu gündemimize getirdi. Tabi bu da karşılıklı çıkarlarla meydana geldi. ABD'nin SSCB'yi gözlemlemesi için bir devlete ihtiyacı vardı; Türkiye. Ve Türkiye'ninde kendisini güvende hissedecek, stalin'den koruyacak bir birlikteliğe ihtiyacı vardı; NATO. Bizim açımızdan NATO o sıralar bu yüzden önemliydi; Birleşmiş Milletler Antlaşması’nın 51. Maddesinde öngörülen “müşterek öz savunma” (meşru müdafaa) ilkesine uygun olarak meydana getirilmiş bir askerî pakttı. NATO Antlaşması’nın herhangi bir yerinde “SSCB” ya da “komünist devletler” tabiri geçmemekle birlikte, aslında örgütün bir SSCB saldırısına karşı müttefik ülkeleri korumak üzere kurulduğu açıktı. Antlaşma’nın bugün de geçerli olan 5. Maddesine göre, NATO üyelerinden herhangi birine yapılacak bir saldırıya, diğer üyeler beraberce karşılık vereceklerdi. “Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için” yaklaşımı olarak nitelendirilen bu madde Ankara tarafından ilgiyle karşılanmış, NATO’ya üye olmanın Türkiye’yi muhtemel bir SSCB işgalinden kurtaracağına olan inanç Hükümet üyeleri arasında yaygınlaşmıştı. Bu gelişme kimilerine göre olumlu, kimilerine göre de olumsuz bir şekilde karşılandı. Bence olması gereken buydu. Zîra devlet çıkarları her şeyden üstündür.

Son olarak Kore'ye asker gönderme olayı var ki 'dün yediğimiz hurmalar, bugün götümüzü tırmalar' lafının hayata geçiş şekliydi resmen. Sırf ABD istedi diye asker gönderdik. Ve yüzlerce şehit verdik. Değdi mi peki? Tartışılır. Yine aynı konu maalesef. SSCB korkusu yüzünden ABD'nin yanında yer aldığımızı göstermek amacıyla ve dolayısıyla NATO'ya girebilmek için böyle bir şey yaptık. Karar doğru bile olsa, bakın karar %100 doğru bile olsa şu yazıyı dikkatle okuyun.

KORE'DE ÖLEN YEDEK SUBAYIMIZIN MENDERES'E SÖYLEDİKLERİ

Gözlerinizin ikisi de yerinde, Adnan Bey, iki gözünüzle bakarsınız,iki kurnaz, iki hayın, ve zeytini yağlı iki gözünüzle bakarsınız kürsüden Meclis'e,kibirli kibirli ve topraklarına çiftliklerinizin ve çek defteriniz Ellerinizin ikisi de yerinde, Adnan Bey, iki elinizle okşarsınız, iki tombul, iki ak, vıcık vıcık terli iki elinizle okşarsınız pomadalı saçlarınızı, dövizlerinizi, ve memelerini metreslerinizin. İki bacağınızın ikisi de yerinde, Adnan Bey, iki bacağınız taşır geniş kalçalarınızı, iki bacağınızla çıkarsınız huzuruna   Eisenhower'in, ve bütün kaygınız, iki bacağınızın arkadan birleştiği yeri, halkın tekmesinden korumaktır. Benim gözlerimin ikisi de yok. Benim ellerimin ikisi de yok. Benim bacaklarımın ikisi de yok. Ben yokum. Beni,yani, Üniversiteli yedek subayı, Kore'de harcadınız, Adnan Bey. Elleriniz itti beni ölüme, vıcık vıcık terli, tombul elleriniz. Gözleriniz şöyle bir baktı arkamdan, ve ben, al kan içinde ölürken çığlığımı duymamanız için kaçırdı sizi bacaklarınız arabanıza bindirip Ama ben peşinizdeyim, Adnan Bey, ölüler otomobilden hızlı gider, kör gözlerim, kopuk ellerim, kesik bacaklarımla peşinizdeyim. Diyetimi istiyorum, Adnan Bey, göze göz, ele el, bacağa bacak, diyetimi istiyorum, alacağım da. (25 Haziran 1959 - Alıntıdır)

Filmin sonu nasıl mı oldu?  27 Mayıs sabahı, Silahlı Kuvvetler adına radyodan yayınlanan bildiride, "Bugün demokrasimizin içine düştüğü buhran ve son müessif hadiseler dolayısıyla ve kardeş kavgalarına meydan vermemek maksadıyla Türk Silahlı Kuvvetleri memleketin idaresini eline almıştır." Rezilliğe bakar mısınız? Bakın, darbe, haklı bir nedenden dolayı bile yapılmış olsa rezillikten başka bir şey değildir. Yazının başında da dediğim gibi, eğer biz demokratik bir ülkeysek ve Adnan Menderes oraya halkın büyük bir kısmının oyunu alarak çıktıysa yine aynı şekilde indirilmeliydi. Ama öyle olmadı, halk yok sayıldı. Ve biz ne derse o olur dendi. Bunun başka bir mesajı daha vardı ilerisi için; Amerika'nın yoluna taş koyan herkesin sonu böyle olur.! Ve biz o darbeyle en az 10 yıl geriye gitmiş olduk. Kesinlikle olmamalıydı. Neyse. Bu olaylardan cuntacıların emriyle Yassıada'da kurulan ve adına "Yüksek Adâlet Divanı" denilen alçak mahkeme, dokuz ay boyunca hakaret ve işkencelerle dolu duruşmalar yapmıştır. Türk insanı yok sayılırcasına! Bu 'alçak' mahkemelerde 14 kişinin idam edilmesine karar verilmiş ancak sadece 3 kişi Fatih Rüşdü Zorlu, Hasan Polatkan (16 Eylül) ve Adnan Menderes (17 Eylül) tarihlerinde cezaları infaz edilmiştir. Ama bunlardan bağımsız olarak yassı ada da idam edilenlerin dışında 6 kişi daha çeşitli işkencelere maruz kalarak hayatını kaybetmiştir; Lütfi Kırdar (istanbul, Sağlık Bakanı), Gazi Yiğitbaşı (Afyon, milletvekili), Yusuf Salman, Yümni Üresin, Nuri Yamut ve Kenan Yılmaz. Bunlara ek olarak Konya eski Valisi Cemil Keleşoğlu'nun da Yassıada'da intihar ettiği açıklanmıştır ama bu açıklama şüphelerle doludur. Zîra, 27 Mayıs Darbesinin üçüncü günü işkenceyle öldürülen içişleri Bakanı Namık Gedik için yapılan "ıntihar etti" açıklaması gibi. Bir de onların ağzından dinleyelim. DP'li Devlet Bakanı Mükerrem Sarol anlatıyor: "Davutpaşa Kışlasından 20 kişilik bir kamyona bindirildik. Başımızdaki binbaşı başladı sataşmaya. Önce bana 'Söyle bakalım, bu milyonları nerede yiyeceksin' dedi. Ben 'Benim milyonlarım yok' dedim. 'Öyleyse sana yardım toplayalım da, evini barkını geçindirirsin' diye alay etti. Sonra, diğer arkadaşlarımın yakasına yapıştı. Yakışıksız sözler söyledi. Ardından, yalanlar dizisi başladı: Et Balık Kurumu ambarlarında üniversiteli gençlerin öldürülüp kıyma haline getirildiğini, Bayar'ın bankalarda milyonları çıktığını, Menderes'in altın külçeleri kaçırırken yakalandığını anlatıp durdu. Sonra da son derece çirkin ve sapıkça konuşmalar yaptı. Nihayet araba durdu, gemiye bindirileceğiz. Binbaşı eline listeyi aldı ve gemi komutanına 'ışte size 20 baş hayvan getirdim' diye bağırarak söyledi. Arabadan çıkıp gemiye atlayanın da yemediği tekme, küfür, hakarek yoktu. Aynı bed muamele Yassıada'ya çıkarken de tekrarlandı. Ada komutanı Tarık Güryay, aramızda eli sopayla dolaşır, önünde herkesin ayağa kalkmasını isterdi. Yine de, hakaret ve işkence yapmaktan geri durmazdı. Bütün asker ve subayları dolduruşa getirmişlerdi. Hepsi bizi birer vatan haini gibi görüyordu. Gördüğümüz muamele de ona göre oluyordu. Hiç unutmam, yanımda arkadaşım Selahaddin Karayavuz vardı. Ona, Ben bu şartlarda burada yaşayamam. Bu haysiyetsiz muamele karşısında, kafamı demirlere vura vura öleceğim' dedim."

Son olarak, Menderes ve arkadaşlarının idam sürecine 'görevli er' olarak yakından tanıklık yapan Muzaffer Erkan şöyle anlatıyor o son 'gidişi': "Menderes'i İstanbul'a hastaneye götürüyoruz diyerek hücumbota bindirdiler. İnanmış gibiydi, mutlu oldu. 'Ver bana bir sigara!' diyerek teğmenden bir Hanımeli sigarası aldı ve içti. İdam öncesindeki misafir odasında bir parça şeftali yedi. İdam edildiğinde şeftalinin suyu beyaz kefeninin önüne aktı." Ve başında bekleyen cellad ipte sallanan Menderes'e yaklaşıp ayağında ki rugan ayakkabıya bakarak şu tüyler ürperten sözleri söyleyiveriyordu: "Bu ayakkabılar benim olacak!".

Bir insanın ölümüne, bir insanın yaşamının sona ermesine başka bir insanın karar verebiliyor olması ne acı bir durumdur. Bakın, haklı veya haksız demiyorum. Allah'ın verdiği canı yalnızca Allah alır. Göz göre göre ölümü beklemek ne kadar acıdır? O insanlar tarafından öldürüleceğini bilmek ne kötü bir durumdur? İlk yazımda bir şey demiştim 'boynuzsuz koyun, boynuzlu koyundan hakkını alacaktır Ahirette.'' diye aynen öyle işte. Biz göremedik o zamanları. O dönem yoktuk dünyada. Ama olanlardan da ziyade Allah var. İyiliği mükafatlandırmak ne kadar güzelse, kötülüğü cezalandırmakta o kadar güzel ve adalettir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder